Searched for

WILL YOU BE ABLE TO SEE HAGIA SOPHIA MUSEUM? De Jure, No.

Reading Time: 5 minutes

“The birth of Islam is an example of what anthropologists call ‘pristine state formation‘— the building of political hierarchy and some type of centralised authority where none existed before.” is stated in The Narrow Corridor. Muhammad was the leader in that state-building project, with the initial mandate of judge in disputes between individuals and clans. And almost a century ago, the third time building of ‘holy wisdom‘ —in that Hagia Sophia — began in A.D. 532 when Nika Revolt hit Constantinople. In National Geographic documentary, we see a coincidence that people were resentful of high taxes that Justinian had imposed. It was completed in 5 years to impress the strength of the Byzantine emperors.

In Arabia, where there is no real state but just tribes, people became more individualist with fostered economic activity and developed norms and practices did not bring solutions. In spite of the norms, the Constitution of Medina came into floor in 622. Successively in 628, the Covenant granted the permanent protection to places of worship. What we should remember here is Nietzsche’s ‘will to power‘ to increase their power over the others. Yet, the city of largest religious building with its enclosed space magnified him. I believe the statement “Istanbul will be surely conquered; what a good commander is the conqueror…” is sufficient proof to explain that will.

Sunlight coming in through the windows of the Hagia Sophia 

An Ottoman Emperor, with his rich knowledge languages —Greek and Latin— and cutting edge military mind, Mehmed II conquered Constantinople in 1543. Aftermath, he did not destroy Hagia Sophia, which is a century older than Islam, rather converted it to the mosque. And this transformation job was given to Aksemseddin the advisor of emperor. Hagia Sophia should have been ready til the friday prayer. According to the legend, no matter how much effort was made Aksemseddin understood that the reason was the devil’s occasions for the workers. Upon that, he prayed and God confined the devil to a marble in Hagia Sophia. The Christian relics were covered and the holy wisdom opened to muslim world.

The building experienced several damages, though, Architect Sinan‘s props kept it alive long time. After 482 years Islamic role, holy wisdom was brought in the middle of seesaw by Mustafa Kemal Atatürk and İnönü’s cabinet. The relics and mosaics of church appeared again. It became one of the unique museums in the world with its mission to two religions.

Interior of the Hagia Sophia in Istanbul, Turkey.

In 2004, an association for historical artefacts and environment (they have no official website) brought the case in front of the State Council and it was rejected in 2008. In 2015, this time the same association went to the Supreme Court, nonetheless, the reject reason this time was incompetence. One year later, the same association requested for examination of Atatürk’s sign in the decision paper.

According to 2014 stats, it became most visited museum in Turkey with the revenue of 18 million dollar. During that time, Hagia Sophia was subjected to the different issues for the activities done in museum. But, it was the museum that is face of Turkish tourism. On 29 May 2020, the Conquest Sura, a section of the Quran, was recited at the old main cathedral of Byzantine Empire. That was the burning question, lastly.

Leyla Alaton shared a photo that a woman is doing ballet. This caused conflicts in media.

The respondent of 2016 case was presidency of Turkish Republic and presidency lost the case. The 2 July 2020 court decision was the cancellation of 1935 cabinet decision. The only side who can object to the decision in 30 days is presidency but the authority’s words are clear enough not to that.

Is the Hagia Sophia Decision Legal in International Law?

Turkey is state party to UN’s Convention Concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage. Hagia Sophia is in the UNSECO World Heritage List under the name of Historic Areas of Istanbul as cultural site. State Council emphasises the Article 6 of the convention regarding to respect the sovereignty of States. The functioning of the cultural site is belong to the State

The Preamble indicates “the cultural and natural heritage are increasingly threatened with destruction not only by the traditional causes of decay, but also by changing social and economic conditions…”. If we suppose that there won’t be any changes or damages in Byzantine mosaics like shielding effect or light screening (there should not be any face according to Islam while praying), the State fulfils its obligation to ensure that modifications do not affect the international value.

Supporters of the decision in international law gives as the examples of Toledo Cathedral and Qurtuba Mosque in Spain. Whereas, the opponents asserts that the decision has no beneficial effects to the nation, instead, it would have national economic costs the country as there won’t be considerable entry fees. According to the survey of a poll company (see below), youth thinks that there is no need for this kind of transformation and it is consciously made for the change of agenda or political reasons. And, one of the claims of them is that if they needed a place to pray, there was Blue Mosque a few meters away. Also, another critic is the false restoration like one in Trabzon of 9 Hagia Sophia Churches in Turkey, it was restored in a wrong way and the mosaics were destroyed.

Metropoll survey

But the member state is responsible for priorly notifying such changes on the cultural sites. That seems the only legal objection in international arena. UNESCO deeply condemned the decision and declared that there would be further meetings on that issue.

The foreigners who did not see Hagia Sophia Museum yet will be able to see Hagia Sophia Mosque without paying fee, if the modifications are proceeded with no damage. I hope, this won’t be any war crime under the destruction of cultural heritage. In terms of responsibility, international blocked system give enormous hazards to the related state nationals. We need more tight-binding agreements in international arena, and open-ended negotiations, indeed, may induce the political aims.

Pareto Kuralı: Neden Birkaç Kişi Genelde Ödüllerin Çoğunu Kazanır?

Reading Time: 5 minutes

1800’lerin sonlarına doğru —tam olarak kimse ne zaman olduğunu bilmemekle beraber— Vilfredo Pareto adında bir adam, bahçesinde uğraşırken küçük ama ilginç bir keşif yaptı. Pareto, az sayıda bezelyenin bahçesindeki bezelyelerin çoğunluğunu ürettiğini fark etti.

Pareto çok matematiksel düşünen biriydi. İktisatçıydı ve yapmak istediği şeylerden biri ekonomiyi sayılara ve gerçeklere dayanan bir bilime dönüştürmekti. Zamanın birçok ekonomistinden farklı olarak, Pareto’nun denemeleri ve kitapları denklemlerle doluydu. Bahçesindeki bezelye olayı matematiksel beynini harekete geçirmişti.

Ya bu eşit olmayan dağılım yaşamın diğer alanlarında da mevcut olsaydı?

Pareto İlkesi

O zamanlar Pareto, çeşitli ülkelerdeki sermaye üzerine çalışıyordu. İtalyan olduğu için, işe İtalya’daki servetin dağılımını analiz ederek başladı. İtalya’daki arazinin yaklaşık yüzde 80‘inin insanların sadece yüzde 20‘sine ait olduğunu keşfetti. Bahçesindeki bezelye gibi, kaynakların çoğu azınlık tarafından kontrol ediliyordu.

Pareto analizini diğer uluslarda sürdürdü ve bir model ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, İngiliz gelir vergisi kayıtlarını inceledikten sonra, İngiltere’deki nüfusun yaklaşık yüzde 30’unun toplam gelirin yaklaşık yüzde 70’inin kazandığını fark etti.

Araştırmaya devam ederken, Pareto sayıların asla aynı olmadığını, ancak eğilimin oldukça tutarlı olduğunu buldu. Mükafatın çoğu her zaman küçük bir yüzdeye tahakkuk etmiş gibi görünüyordu. Çoğu domine eden az sayıda şey sonucu, bugün Pareto İlkesi veya daha yaygın olarak 80/20 Kuralı olarak biliniyor.

Eşitsizlik, Her Yerde

Bunu izleyen yıllarda, Pareto’nun çalışmaları pratikte ekonomistler için bir müjde oldu. Bu fikir dünyaya açıldıktan sonra, insanlar onu her yerde görmeye başladı. Özellikle 80/20 Kuralı, şimdi her zamankinden daha yaygın. Mesela, gelin daha eğlenceli bir konu olan futbola bakalım. Dünya Kupası’nda 77 farklı ülke yarışırken, sadece üç ülke Brezilya, Almanya ve İtalya olmak üzere ilk 20 Dünya Kupası‘nın 13’ünü kazandı.

“Evren bizimle barbut oynuyor; ancak zarlar hileli. Ana hedef, hangi kurala göre hile yapıldığını bulmak ve bunları kendi amaçlarımız için nasıl kullanabileceğimizi keşfetmektir.”

Joseph Ford

Pareto İlkesi‘nin örnekleri, gayrimenkulden gelir eşitsizliğine, teknolojiden girişimlere kadar her şeyde mevcuttur. 1950’lerde Guatemalalıların yüzde 3’ü Guatemala’daki arazinin yüzde 70‘ine sahipti. 2013 yılında dünya nüfusunun yüzde 8,4’ü dünya servetinin yüzde 83,3‘ünü kontrol ediyordu. Arama motoru Google, 2015’te aramaların yüzde 64’ünü aldı.

Bu neden oluyor? Neden birkaç kişi, hayattaki güzel şeylerin büyük kısmını yaşıyor?

Birikimli Avantajın Gücü

Amazon yağmur ormanları, dünyadaki en zengin ekosistemlerden biri. Bilim adamları Amazon’da yaklaşık 16.000 farklı ağaç türü sınıfladılar. Ancak bu kadar çeşitliliğe rağmen araştırmacılar, yağmur ormanlarının yaklaşık yarısını yaklaşık 227 “hiperdominant” ağaç türü oluşturduğunu keşfettiler. Yani, ağaç türlerinin sadece yüzde 1,4’ü Amazon’daki ağaçların yüzde 50’sini oluşturuyor.

Yan yana büyüyen iki bitki düşünün. Her gün daha fazla güneş ışığı ve toprak için yarışacaklar. Bir bitki diğerinden biraz daha hızlı büyüyebilirse, daha çok uzayabilir, daha fazla güneş ışığı yakalayabilir ve daha fazla yağmur alabilir. Ertesi gün, bu ekstra enerji bitkinin daha da büyümesine izin verir. Bu örüntü, daha güçlü bitkinin ortaya çıkmasına ve onun güneş ışığı, toprak ve besin maddelerinden aslan payını alana kadar devam eder.

Bu avantajlı pozisyondaki kazanan, tohumlarını yaymak ve çoğalmak için daha iyi bir yeteneğe sahiptir, bu da türün gelecek nesline daha büyük bir ayak izi verir. Bu süreç, rekabette daha iyi olan bitkiler tüm ormana hakim olana kadar tekrarlanır. Bilim adamları, bu etkiyi “accumulative advantage” olarak adlandırmaktadır. Küçük bir avantaj olarak başlayan şey zamanla büyür. Bir bitkinin, rekabeti aşması ve tüm ormanı ele geçirmesi için başlangıçta sadece hafif bir üstünlüğe ihtiyacı vardır.

Kazanan Hepsini Alır Etkisi

Yağmur ormanlarındaki bitkiler gibi insanlar da aynı kaynaklar için rekabet ediyorlar. Politikacılar, aynı oy için yarışıyor. Yazarlar, en çok satanlar listesinin başında aynı yer için yarışıyorlar. Sporcular, aynı altın madalya için yarışıyorlar. Şirketler, aynı potansiyel müşteri için rekabet ediyorlar.

Bu seçenekler arasındaki fark çok ince olabilir, ancak kazananlar çok büyük ödüller kazanıyor.

Olimpiyatlarda iki kadının yüzdüğünü düşünün. Bunlardan biri diğerinden saniyenin yüzde 1’i daha hızlı olabilir, ancak tüm altın madalyaları alır. On şirket potansiyel bir müşteri için yarışabilir, ancak sadece bir tanesi projeyi kazanacaktır. Tüm ödülü alabilmek için sadece biraz daha iyi olmanız gerekiyor. Ya da, belki de yeni bir işe başvuruyorsunuz. İki yüz aday aynı iş için yarışabilir, ancak diğer adaylardan çok az daha iyi olmak size işi kazandırır.

Performanstaki küçük farklılıkların büyük ödüller kazandırdığı durumlar, ‘Kazanan Hepsini Alır’ etkisi olarak bilinir.

Hayatta her şey ‘Kazanan Hepsini Alır‘ değildir, neredeyse yaşamın her alanı kısmen sınırlı kaynaklardan etkilenir. Zaman veya para gibi sınırlı bir kaynağın kullanılmasını içeren herhangi bir karar, doğal olarak ‘Kazanan Hepsini Alır’ durumuyla sonuçlanacaktır.

Bu gibi durumlarda, yarışmada birazcık daha iyi olmak, kazananın tümünü aldığından büyük ödüllere yol açabilir. Sadece yüzde 1, 1 saniye veya 1 dolar kazanırsınız, ancak zaferin yüzde 100’ünü yakalarsınız. Biraz daha iyi olmanın avantajı biraz daha fazla ödül değil, tüm ödüldür. Kazanan bir ve geri kalanı sıfır olur.

Kazanan Hepsini Alır, Kazanan Çoğunu Alır’a Neden Olur

Bireysel yarışmalardaki Winner-Take-All etkisi büyük oyunda yani yaşamda Winner-Take-Most etkisine yol açabilir. Bu avantajlı konumdan yani eldeki altın madalyayla veya bankadaki nakit parayla kazanan, bir dahaki sefere kazancı kolaylaştıran birikimli avantajlar sürecine başlar. Küçük bir marj olarak başlayan şey, 80/20 kuralına doğru yol almaya başlıyor. Bir yol diğerinden biraz daha avantajlıysa, daha fazla kişi bu yolu tercih ediyor ve bununla birlikte daha fazla işletme inşa edilmesi muhtemel. Tıpkı lokmacı gibi. Daha fazla işletme kuruldukça, insanların o yolu kullanmak için ekstra nedenleri vardır ve bu nedenle daha da fazla trafik alır. “Yolların yüzde 20’si trafiğin yüzde 80’ini alır.”

Bir işletmenin diğerinden daha yenilikçi bir teknolojisi varsa, daha fazla kişi ürünlerini satın alacaktır. İşletme daha fazla para kazandıkça, ek teknolojiye yatırım yapabilir, daha yüksek maaş ödeyebilir ve daha iyi insanlar kiralayabilir. Rekabetin ortaya çıkmasıyla birlikte, müşterilerin birinciye bağlı kalmasının başka nedenleri de vardır. Bir süre sonra bir şirket, bir sektörü domine eder.

İyi ile mükemmel arasındaki sınır, göründüğünden daha dardır. Çok az farkla öne geçen, diğer turlarda fark bindirecektir.

Bir yarışmayı kazanmak bir sonrakini kazanma şansınızı artırır. Her ek döngü, üsttekinin durumunu daha da güçlendirir. Parmak ucuyla kazanan kişi, zamanla ödüllerin tümünü toplamaya başlayabilir. Biraz daha kötü bitirenler zamanla ellerinde kalan hiçbir şey olur. Bu fikir, İncil’de Matthew Etkisi olarak adlandırılır, “Zira kimin varsa, ona verilecek ve artırılacaktır; fakat kimin yok ise, kendisine olan da ondan alınacaktır”.

Şimdi, bu makalenin başlangıcındaki soruya geri dönelim. Neden birkaç kişi veya bir grup, hayattaki tüm ödülleri alarak hayatın tadını çıkarır?

Yüzde 1 Kuralı

Performanstaki küçük farklılıklar zaman içinde tekrarlandığında eşitsizliklere yol açabilir. Alışkanlıkların bu kadar önemli olmasının bir başka nedeni de budur. Doğru şeyleri daha tutarlı bir şekilde yapabilen kişilerin az da olsa avantaj kazanması ve zaman içinde orantısız ödüller kazanma olasılıkları daha yüksektir.

Sadece rakiplerinizden biraz daha iyi olmanız gerekir. Ancak bugün ve yarın hafif bir avantaj elde edebiliyorsanız, kazanma sürecini tekrar tekrar az az kazanarak sağlayabilirsiniz. ‘Kazanan Hepsini Alır‘ etkisi sayesinde, her bir kazanım büyük ödüle ulaştırır.

Buna Yüzde 1 Kuralı denir. Yüzde 1 Kuralı, zaman içinde belirli bir alandaki ödüllerin çoğunun diğerlerine göre yüzde 1 avantaj sağlayan insanlarda birikeceğini belirtir. İki kat daha fazla sonuç almak için iki kat daha iyi olmanıza gerek yok. Sadece biraz daha iyi olmalısınız.

Yüzde 1 Kuralı, yalnızca küçük farklılıkların önemli avantajlara dönüştüğü gerçeğine değil, aynı zamanda yüzde 1 daha iyi olanların kendi alanlarını domine ettiği fikrine de atıfta bulunmaktadır. Bundan dolayı, birikimli avantaj süreci 80/20 Kuralını yöneten gizli motordur.

Haksız Ticaret: İş Gününü 24 Saate Çıkaran Madde

Reading Time: 5 minutes

Kapitalist modernliği başlatan siyasi, ekonomik ve kültürel tarihi devrimlere, dördüncüsünü eklesek nasıl olurdu? Farmakolojik bir devrim. Çeşitli maddelerle – kahve, çay, çikolata – “masumca” başlayan, bunları kendi yaşam koşullarına uyarlamaktan sorumlu multi-milyar dolarlık düzenleyici rejim. İnsanların afyonunu unutun, gerçek uyuşturucular daha gayrimeşrulaştırılan bir sistemi desteklemek için herhangi bir ideolojiden daha fazlasını yaparlar.

17. yüzyılda ortalama bir İngiliz ailesi, günde kişi başı yaklaşık üç litre bira tüketiyordu. Çocuklar da dahil buna ve bira yapımı, ev işlerinin düzenli bir parçasıydı. Tarihçi Wolfgang Schivelbusch, 17. yüzyılda ve hatta 18. yüzyılda biranın ne kadar yaygın olduğunu duygusunu vermek için, “kural olarak kahvaltı, bira çorbasından oluşuyor” ifadesin kullanmıştır. Tıpkı Jordaens ve Rubens’in tablolarında olduğu gibi, bir bira, yumurta ve tereyağı.

17. yüzyılın ortalarında kahve, Doğu’nun egzotik bir merakı olarak görülerek keyifli ve hoş bir içecek anılmaya başlandı. O zaman, kapitalist toplumdaki rolünü belirlemek için güçlü bir özelliği vardı: Ayıltma. Alkolün insanı sarhoş yapmasına panzehir olarak kahve ayık hale getiriyordu. Burjuvazi bu olaya olumlu yaklaşıyordu. Hatta 1865’te Fransız tarihçi Jules Michelet, kahve “cinsel duyunun uyarılması için zihnin uyarılması” yerine “doğrunun beyaz ışığıyla gerçekliği aydınlatır!” diye betimliyordu. Fizikçi Colomb gibi muhafazakarlar ise kahvenin sinir sıvısını kurutmasından korkarken “genel tükenme, felç ve iktidarsızlığa” yol açacağına inanıyorlardı.

Bunlarla birlikte kahve, eski kalıplaşmış yapıların da bir şekilde yok olmasına vesile oldu. 1789’da Camille Desmoulins bir kafeden çete grubunu yönetti ve iki gün sonra Bastille’i aldı. Boston Çay Partisi bir kahvehanede planlanmıştı. İngiltere’de II. Charles, yapılan bir manifesto nedeniyle kahvehaneleri kapatmaya çalıştı, ancak kahve satıcılarının baskısı nedeniyle başarısız oldu. Kahveyi tamamen yasaklamanın çok zor olduğunu anladıktan sonra Büyük Frederick, halkı daha fazla muhalif yapmamak için din adamlarına özel kahve kavurma dersi verdirdi. “Kahve nereye girse, devrimi heceledi.” diyor W.H. Ukers.

Kahve tarihi üretiminde ulusal odak haline geldiği yerlerde, devamında çevresel yıkım oluştu

Kahvenin üretildiği yerler, kapitalist modernitenin kolonisi haline gelmeye başladı. Hollandalılar ve Fransızlar sırasıyla Java ve Haiti’ye köleler getirdi ve 18. yüzyılda Haiti dünyanın en büyük kahve ihracatçılarından (dünya kahvesinin yaklaşık yarısını sağlayan) ve köle ithalatçılarından (yılda 30.000 Afrikalı köle) oldu. 1793 Haiti köle isyanından sonra, üretimin merkezi Sri Lanka’ya taşındı. Sri Lanka ise 19. yüzyılın sonlarında kahve bitkileri için öldürücü bir mantar hastalığı olan “kahve pası”na kadar dünyanın en büyük kahve üreticisiydi. Hatta bu bitkisel salgın sadece burada değil, Hindistan, Java, Malezya, Sumatra’daki arazileri de yok etti. Bu ise Doğu Hindistan’daki İngiliz çay tekeli sayesinde çayın İngilizlerin milli içeceği olarak benimsenmesine yol açtı.

Haiti’nin düşüşünün Sri Lanka’nın yükselmesine neden olması gibi, Sri Lanka’nın düşüşü başka bir kahve gücünün doğmasına neden oldu. Brezilya, 1822’de sömürgelikten kurtulduğu için kahve oyununa girmiş ve daha sonra kahve üretimine köle ithalatı ile birlikte başlamıştı. Büyük ölçüde kahve sayesinde kölelik, Brezilya’da batı yarımküredeki diğer ülkelerden daha uzun süre kalacaktı. 1880’de Brezilyalı senatör Silveira Martins, “Brezilya kahve, kahve ise negrodur” dedi.

Köle ithalatı 1888’de yasaklandığında, São Paulo’nun kahve baronları hükümeti tarlalarda çalışmak için yoksul Avrupalıların, çoğunlukla İtalyanların göçünü desteklemeye ikna etti. Bu yeni koloni sistemi emek sistemi altında kahve üretiminin patlamasına neden oldu. Kahve kültürünün sırtında, Brezilya 1901’de dünyaya 16.3 milyon torba elden çıkardı ve diğer temel bitkileri, yağmur ormanlarının ekimini ihmal etti. 1920’lere gelindiğinde, büyük ölçüde kahve için daha fazla alan sağlamak adına yılda 3000 kilometrekarelik orman yok ediliyordu.

Kahve üretimi yoğun bir ulusal odak noktası haline geldiğinde, çevresel yıkım olmuştur. Bu nedenle kahve üretimi, Marx’ın kapitalist üretimin “zenginlik kaynaklarını, toprak ve emekçiyi tüketerek” geliştiği iddiasının açık bir örneğidir.

Daha sonraki dönemde Birleşik Devletler (1923’e kadar dünya kahvesinin yarısını tüketiyordu) ve liberal politikaların katkısıyla, bölgesel kahve üreticileri daha büyük şirketler tarafından satın alındı. General Foods Maxwell House‘u satın aldı, Nestlé Hills Brothers ve Chase & Sanborn‘u satın aldı, P&G Folgers‘ı satın aldı. Daha kaliteli ve düşük verimli arabica çekirdekleri yerine düşük kaliteli fakat daha yüksek verimli robusta çekirdeklerinin tercih edilmesiyle, büyük olan daha da büyüdü ve kahve de kötüleşti. Kahve devleri, ürünlerinin kalitesizliğini telafi etmek için reklama daha fazla yatırım yaptı. Hatta 1952’de Pan American Coffee Bureau şeklinde bir araya gelerek “coffee break” ifadesini icat ettiler ve yılda 2 milyon dolarlık bütçelerini radyo ve televizyona harcadılar.

Yeni kurumsal kahve reklam dünyasının bugünkü bakış açımıza göre en rahatsız edici özelliği, abartılan kadın düşmanlığıydı. Chock full o’ Nuts’s reklamındaki büyük puntolu yazıda “Erkekler! Buna olmasına izin verme!” diyor. Reklam setinde ayrıca, ““Bir erkeğin evi onun kalesidir! Evinizde iyi kahveyi içmeye hakkınız var ve eşinizin hizmet etme vazifesi var. Kadınsı cimriliğin kurbanı olma!” diye belirtiliyor. Chase & Sanborn “Kocanız bulursa” reklamlarıyla daha doğrudan bir tavır sergiledi. Yıllar sonra Alecia Swasy,Kadınlar reklamlarda her türlü kötüye kullanımı makul olarak kabul ederler çünkü birçoğu bunu evde duyar” sonuçlu araştırmasıyla, Proctor & Gamble’ın “reklamlarda ne kadar çirkin ve saldırgan olabileceğinin” sınırlarını çok bilinçli bir şekilde zorladığını keşfetti.

Gregory Dicum and Nina Luttinger, The Coffee Book: Anatomy of an Industry from Crop to the Last Drop

Kahve çekirdeklerinin bu şekilde değersizleştirilmesine karşı Alfred Peet ve Starbucks kurucuları gibi kahve meraklıları, 70’lerde ve 80’lerde ABD’ye yüksek kaliteli kahve ve Avrupa kahve yapma sanatını getirmek için mağazalar açmaya başladı. The Coffee Book’ta Nina Luttinger ve Gregory Dicum, kahvenin kimliğinin değiştiğinin ve “kahve çekirdeği ilgili nitelikleri olarak köken, kalite, işleme ve yetiştirme yöntemleri.” dikkat çekildiğinden bahseder. Bu noktada özel kahve üreticileri, ilk önce zanaatçıların bilgisizliğiyle daha sonra tüm bilgileriyle kahvenin diğer yönlerini metalaştırdılar. Kahve devlerinden tamamen farklı bir ürün satıyorlardı ve normal kahve pazarından özel kahve pazarının göreceli özerkliği bunu ortaya koyuyordu.

Kahve bizi uyanık tutuyor, uyarıyor, işimize makine gibi verimlilik sağlıyor

Oturup düşünürseniz özel kahve pazarında, bugünün meşalesi Starbucks gibi dalga geçilecek çok şey mevcut. 1996’da Orta Amerika kahvelerinin Hawaii’den yönlendirildiği keşfedildi, profesyoneller taklit kahveyi Kona’nın kendisinden daha iyi tanısa da üreticileri Hawai Kona kahvesi olarak markaladı. Bugün en pahalı kahvelerden biri ise Asya Palmiye Misk kedisinin dışkısından elde edilen Kopi Luwak’tır. Ve tabii ki hemen hemen her özel kahveci, çekirdek kahve satın aldığınız takdirde yerli halkları aynı anda yoksulluktan kaldırabilir ve gezegeni kurtarabileceklerini vadetmeleri için diğerleri ile kıyasıya bir rekabet içinde olurlar. Ne var ki, yeşil kapitalizmin iddiaları, eski kahve dünyasında olduğu kadar şişirilmiş ve iğrenç değildir.

Özel kahve sanatçılarının şahin kesildiği en saçma enstrüman de toplumun gerçek bir ihtiyacını karşılamaktadır: Sosyallik. Starbucks‘ın hızla büyümesinden zevk alan CEO Howard Schultz, mağazalarının sosyolog Ray Oldenburg’un ifadesiyle “third space” yani “üçüncü alan” ihtiyacını karşıladığını düşünüyor. “Üçüncü alan” ne iş ne de evdir, hem yabancılaşma hem de yalnızlıktan kaçmak için bir umumi alan. Hani niye kişisel olarak gelişiyoruz diye bir sitem vardı, bu argümana cevap olarak yalnız kalmadan toplumsal yeniden üretim gibi.

Araştırmalarım sırasında farklı bir terime denk geldim: “kafeinizm“. 1980’de kafeinizm terimi Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders‘a eklenmiş, fakat kısa süre sonra kaldırılmış. Gerçek şu ki kahve bağımlılık yapıcı ancak büyük ölçüde zararsız. Fakat kapitalizm tarihi boyunca zararsızlığı pazarlanmıştır. Luttinger ve Dicum, “kahve her zaman sanayileşmenin canavarlaştırılması için mükemmel bir tamamlayıcı olmuştur” diyor.

Kahve bizi uyanık tutuyor, uyarıyor, işinize makine gibi verimlilik sağlıyor. 1942’de To Think of Coffee’nin yazarı olan Margaret Meagher, istenmeyen bir eleştiride kahvenin işlevini uygun bir şekilde tanımladı: “Kahve, insanlığın iş gününü 12’den 24 saate kadar genişletti. Tempo, karmaşıklık, modern yaşamın gerginliği, beyin aktivitesini uyarma mucizesini –kötülük, alışkanlık yaratan son etkiler olmadan– gerçekleştirebilecek bir şey.” Avrupa’ya ilk getirildiğinde ilaç niyetine kullanılan kahvenin üretimi, küresel iklim değişikliği ile tehdide uğruyor. Mevcut gidişatta, kahve yetiştiriciliğine uygun arazi miktarı 30 yıl içinde yarıya inecek. Kahve olmayan bir dünya hayal etmek zor, özellikle de şu anda geçimini kahve yetiştiriciliğinden sağlayan kırsaldaki 20 milyon aileyi düşündüğümüzde. Ama o zaman da, çok daha yıkıcı olacak kapitalizmin kendi erozyonu ve diğer sayısız etkilerini anlamak zor.

Çocuklarınıza Mühendisliği Sevdirecek Ücretsiz 44 Dyson Deneyi

Reading Time: 2 minutes

Bir öğretmenseniz veya bütün yazı evde çocuğunuzla geçiren bir ebeveynseniz ihtiyaç duyduğunuz şey, bilinçli bir şekilde planlanmış eğitici projeler ve içeriklerdir. Dyson, balonla çalışan bir araba yapmaktan spagetti’den bir köprü inşa etmeye kadar, evde denemek için 44 mühendislik ve bilim deneyi paylaştı. Bu bilimsel 44 deney, bu yazlık sorununuza çözüm olacak.

James Dyson Vakfı ve Dyson mühendislerinin bilim ve fiziğin temel prensipleri çerçevesinde hazırladığı ve balon, plastik şişe, bulaşık sabunu, yumurta gibi basit ev eşyaları ile yapılabilen ücretsiz 44 mühendislik ve bilim deneyi setini indirebilirsiniz.

Örneğin bir proje, bitkisel yağ, gıda boyası, Aspirin tableti ve bir el feneri kullanarak bir lav lambasının nasıl yapılacağını öğretiyor. Aspirin tableti, sudan daha hafif olan CO2 kabarcıklarına neden olur ve bu kabarcıklar yükselmeye başlar. Yükselirken renk damlacıklarını da yukarıya doğru çeker ve tam bu süreçte bir de el fenerini şişeye doğru tutarak bakın.

Başka bir proje, bir yumurtayı kırmadan bir cam şişeye nasıl sokabileceğinizi öğretir. İşin sırrı, proteinleri parçalamak ve elastik hale getirmek için yumurtayı sirke içinde bekletmektir. Ayrıca şişeyi önceden ısıtırsanız, böylece soğudukça içerideki hava sıkışır ve yumurtayı içine emer.

Bu proje aslında 2016 yılında yayınlanmıştı fakat Dyson karantina döneminde tekrar öne çıkarmaya başladı. Gerçekten de şu anda evden öğrenen milyonlarca çocuk için, deneyler ilgi çekici ve yerinde görünüyor.

Yedi ve üstü çocuklar için uygun olan deney kartları, her zorluğa göre bir yöntemle gerekli malzeme listesi, nasıl tamamlanacağına dair ipuçlarıyla ve nasıl çalıştığının bilimsel bir açıklaması ile birlikte verir. Bazıları ebeveyn denetiminde olduğu sürece anaokulu öğrencisine bile uygun gözüküyor. Deneylerin full paketini ücretsiz indirmek için Dyson Vakfı’nın sitesini ziyaret edin.

Denemeniz Gereken 9 İtalyan Peyniri

Reading Time: 5 minutes

Uzun süredir İtalya ile bağı olan biri olarak buradaki peynir deneyimlerimi, neyle neyin iyi gittiğini bu yazımda aktarıyor olacağım. Peynir deyince akla Fransız ve Alman peynirleri de geliyor. Hatta Fransız peynirleri ile ilgili deneyimimi bir yazıda derlemiştim. İtalyan peyniri bence Fransız peyniri kadar marketingi yapılan ve çok çeşitli peynir olmasa da keşfedilecek gizli kalan cevher olduğunu düşünüyorum. Fransız ve İtalyan peyniri arasındaki diğer fark ise; Fransız peyniri yemeklerden önce veya sonra servis edilirken İtalyan peyniri öğünle beraber servis edilir.

En çok duyduğumuz parmesan peyniri, sıcacık makarnanın veya roka salatının üstüne rendelenmiş şekilde göze çarpar. Ricotta ise genelde zeytinyağı ve peksimet ekmeği ikilisiyle iyi gider ya da lazanya ve cheesecake’de kullanılır. İşte repertuarınızın bir parçası olması gereken bu sevilen İtalyan peynirlerine gelin yakından bakalım.

Bilmeniz Gereken 9 İtalyan Peyniri

Gorgonzola (İtalyan Damarlı Peynir)

Gorgonzola peyniri

Gorgonzola, Lombardiya bölgesinin inek sütünden yapılan bir peynirdir. Daha yumuşak dolce ve yıllandırılmış daha sert naturale olmak üzere iki çeşidi bulunur. Eski zamanlarda bu peynir nemli mağaralarda gizlenen penicillium‘dan doğal olarak mavileşiyordu. Şimdi ise delinerek küf enjekte edilir. Taze gorgonzola Brie peyniri gibi bir dokuya sahip kremsidir, yaşlandıkça sertleşir ve ufalanır. Tattığınızda sarımsak ve biber aromasını hissedeceksiniz.

Amarone gibi yoğun veya tatlı bir şarapla iyi gider. Salata peyniri olarak kullanılabilir ve makarnaya da yakışacaktır. Tazesi incirli tatlılarda kullanıldığında kremsi özelliğiyle hoş bir tat verir.

Pecorino Toscano

Pecorino Toscano peyniri

Adından da anlaşılacağı üzere Toskana bölgesinin peyniridir ve koyun sütünden yapılır. Bu yüzden de biraz yağlıdır, koyun sütünü sevmeme rağmen bu peyniri yemedim demem. İçerisindeki zeytin ve kızarmış ceviz aromasını muhtemelen hissedersiniz. DOP yani aslına sadık kalınarak formülü bozulmadan hazırlanan anlamına gelen korumaya sahiptir.

Yapımı birkaç aydan bir yıla kadar değişen bu peyniri hem dilimleyerek yiyebilir hem de rendeleyebilirsiniz. Toskana bölgesinde çorbalarda, kırmızı et ve sebze yemeklerinde kullanılıyor.

Taleggio

Taleggio peyniri

Lombardiya bölgesinde inek sütünden yaklaşık 6 haftada hazırlanan bir peynirdir. Taleggio salamurada bekletildiği için dış kabuğu yapışkan ve turuncumsudur. Şaşırtan kısmı ise kabuğunun kalınlığı olmuştu benim için. Bayıldığım bir peynir olmasının yanında cevizimsi aromasını hissedebilirsiniz.

Muhlamanın İtalyan versiyonu olan polenta‘nın üzerine eritirseniz güzel bir sonuç çıkıyor. Meyve aromasına sahip beyaz ve Barolo gibi kırmızı şarapla iyi gider. Ama ekmeğin üstüne sürüp yeseniz bile bu tatmin edecektir.

Fontina d’Aosta

Fontina d’Aosta peyniri

Fontina d’Aosta, birden fazla bölgede yapılan bir İtalyan peyniri. Emilia-Romagna’da Parma, Reggio Emilia, Modena ve Bologna; Lomardy’de Mantova şehirlerinde üretilir. İtalya Alpleri’nde ise taze sütten üretilir. En az 3 ay bekletilmek üzere inek sütünden yapılır. Meyvemsi tatlı bir karaktere sahiptir. Tuzlu peynir sevenler için Fontina d’Aosta, belki sıradan gelecektir.

Böyle hevessiz anlattım biraz ama Fontina dünya genelinde yaygın kullanılan bir İtalyan peyniri. Peynir tabaklarının bağımsız katılımcısıdır. Taze ekmekle ya da fondü şeklinde tüketilebilir. Erime sıcaklığı düşük olması nedeniyle sıcak sandviç yapmak için elverişlidir. Buzdolabından çıkarıp yiyecekseniz dışarıda yarım saat bekletip yumuşamasını sağlamanız gerekir.

Parmigiano-Reggiano (Parmesan Peyniri)

Parmesan peyniri

Geldik şampiyonalar liginin daimi katılımcısına. Emilia-Romagna bölgesinde inek sütünden üretilir. Üretim süresi iki yıldır. Kanunlar, parmesan peynirinin Nisan ve Kasım ayları arasında yapılmasını söylüyor. Böylece, inekler taze yeşil otla beslenir ve parmesan peyniri tuzlu, baharatlı ve keskin bir karmaşık tada sahip olur. Parmesan peynirini abartı bulan arkadaşlarım da grana padano’u tercih ediyor. Grana Padano peyniri, daha yumuşak ve homojen bir tada sahiptir.

Makarna, risotto, yumurta sebze, et yemekleri, salata, çorba… Her yerde karşılaşabilirsiniz. Kırmızı şarapla iyi gider.

Mozzarella di Bufala

Mozzarella di Bufala peyniri

Yine Napoli bölgesi başka bir özel lezzetiyle karşımızda. Mozzarella di Bufala, Napoli’nin güney ve batı bölgesinde üretilir. Manda sütünden üretilir. Listemizdeki diğer peynirler gibi olmayıp 1-2 günde üretilir. Manda sütü, bu top peynirlere tatlılık verir. Nemli, tatlı, yumuşak, yağlı, süt tadı bir miktar etkin ve tamamen eşsiz. Mozarella el ile yapıldığı için daha çok lifli bir dokuya sahiptir.

Peksimet ekmeği, sulu bir domates, fesleğen yaprağı, birazcık tuz ve karabiber hafif bir öğün sizinle. Dondurulmuş hamsiyle de iyi gittiğini söylerler fakat henüz test etme şansım olmadı. Pizza üstü malzemesi olarak yaygın kullanılır. Barbekü mantar yapacaksınız saplarını koparıp içine mozarella atabilirsiniz. Hatta, menemene bile katmışlığım var, sonuç gayet güzeldi.

Provolone

Provolone peyniri

Eskiden Basilicata‘da, yani Güney İtalya’da, yapılıyordu ancak şimdilerde provolone ülke çapında farklı şekil ve tarzlarda yapılıyor. İnek sütünden birkaç ay ve bir yıla varan sürede yapılır. Daha fazla yaşlanması, daha keskin, daha yoğun lezzet anlamına gelir. Provolone, salamura ve yağda mozzarella peynirini ovalayarak kurumaya bırakılmasıyla ortaya çıkar. Sonuç, lezzetli, tuzlu, hafif yağlı, hoş kokulu, balon veya kabak şeklindeki bir peynir olacaktır. Eğer fabrikasyon peynirlerine alıştıysanız İtalya’dan yaşlı provolone mutlu edecektir.

Brokoli, rosto veya köfte ile harika bir sandviç peynir yapabilirsiniz. Omlete eritebilirsiniz. Ya da soğuk bir bira ve bir kase zeytin ile servis yapın.

Asiago

Asiago peyniri

Po Vadisi’nden Asiago Platosu ve Trentino yaylaları arasındaki Alp otlaklarında üretilir. İnek sütüyle birkaç hafta ve bir yıl süre zarfında üretilen bir İtalyan peyniri. Kolayca yenen bir peynirdir: hafif, laktik, yumuşak. Genç Asiago yumuşaktır, yaşlanmasıyla dokusu Parmesan kadar sertleşir. Tadı yaşla birlikte yoğunlaşır, ancak asla keskinleşmez.

Özellikle salam, iyi bir ekmek ve kırmızı bira ile mükemmel gider. Taze Asiago sandviçler ve salatalar için idealdir; yaşlı rendelenmiş Asiago makarna, salata ve graten ekmekle iyi gider.

Robiola Piemonte

Robiola Piemonte peyniri

Piedmont bölgesinde yani Torino ve çevresinde yaklaşık bir haftada üretilen bir İtalyan peyniri. Robiola, inek, keçi veya koyun sütü ile ya da üçünün kullanılmasıyla yapılan taze bir peynirdir. Nemli, keskin, kabuksuz, hemen eriyen dondurma gibi bir dokuya sahiptir. İtalya’nın üçlü kreme cevabı bu peynir oluyor sanırım. Koyun ve inek sütüyle yapılırsa Robiola Bosina, üç sütün birleşimiyle yapılırsa yoğun bir tada sahip Robiola Rocchetta ortaya çıkıyor.

Kolay eriyen bir peynir olmasıyla çok fazla öneri sıralamayacağım. Bir bardak Prosecco ile keyfinize bakın.

Salute!