Searched for

İtalya’da Yolda Kalan Bir Kadın—Ekmek ve Laleler

Reading Time: 2 minutes

Bu yazımı ben Napoli’deyken bir arkadaşımın şehirdeki kadına verilen değeri sormasıyla hatırladım. Daha onceden büyük bir kısmını bu yazdığım bu yazıya sadece küçük eklemeler yaptım. Ekmek ve Laleler filmi, genel olarak hayatın ve yolun size neler getirebileceğini anlatsa da benim gözüme çarpan şeylerden biri de kadının rolü oldu. İleriki paragraflarda Rosalba‘nın yaşadığı benim için ilgi çekici şeyleri aktaracağım.

Rosalba, ne kadar mutlu olabileceğinin farkına varana kadar ne kadar mutsuz olduğunu asla anlamadı. İtalyan yazar-yönetmen Silvio Soldini’nin Ekmek ve Laleler (Pane e Tulipani) filmi, hayatın zorluklarında boğulmuş, hayatı yenice kendi başına yaşamaya başlayan ve asla mümkün olmadığını düşündüğü şekilde hayatında yeni bir bahara çiçek açan orta yaşlı bir kadın figürünü içerir.

Ekmek ve Laleler (Pane e Tulipani) filmi, özgürlüğün toplumda vazgeçilmez olduğu topraklarda yani İtalya‘da çekilir. Soldini, Licia Maglietta’nın canladırdığı Rosalba’ya abartısız dokunuşlar yapmış ve biraz kafası karışık bir ana karakter ortaya çıkarmıştır. Bir otobüs dinlenme tesisinde unutulan Rosalba, önce kocasını yardım için arar. Fakat, kocası bağırdığı için eve yani Pascera’ya otostop çekerek dönmeyi dener. Muhtemelen, bundan sonrasını az çok tahmin edersiniz. Çünkü yolculuklarda verilen böyle ani kararlar, insanda unutulmaz anılar bırakır.

Yolda gelişen bir dizi olay örgüsü, Rosalba’yı hayatında hiç gitmediği Venedik‘e götürür. Bu süreçte, Rosalba’nın araba kullanabildiğine şahit oluruz. Yeni hayatında içgüdülerine rağmen kendi için kendi kararlarını verir. Ertesi gün trenini kaçırır ve Rosalba Venedik’te bir gece daha geçirmeye karar verir. Onu kim suçlayabilir? Kocası mı?

Bu süreçte akşam yemeği için gittiği restoranın sahibi Fernando, bir gece kalacak bir yer verir; ama sonrasında bu çok daha fazlasına dönüşür. Bir çiçekçi dükkanına iş için başvurur. Buna dükkan sahibi imkansız gibi bakar, çünkü güçlü birisini ve işi çevirecek birisini aramaktadır. Katolik kilisesinden dolayı İtalya’da kadının günlük hayattaki rolü azdır. Bu görüş, İtalya’nın güneyine gittikçe daha da keskinleşir. Sokakta 70 yaşlarında erkek birini durdurup sorsanız büyük ihtimalle kendisi emekli eşi ev hanımı çıkacaktır.

Tam Fernando ve Rosalba aşklarını itiraf edecek olduklarında Ketty, Rosalba’nın çalıştığı dükkana gelir. Ketty, Rosalba’ya bencil ve berbat bir anne olduğunu ve en küçük oğlu Nic’in uyuşturucu kullandığını söyler. Rosalba, çocuğuna bakmak için evine döner. Ona yardım edebilmek için mutluluğundan özverili bir şekilde vazgeçer.

Rosalba, eve döndüğünde mutsuzdur. Ev hanımı, eş ve anne rolünü oynar. Bir kadın olarak kendini gercekleştirememiştir. Fernando onu özler ve uyuyamaz. Sadece Rosalba’nın orada bıraktığı son lale yığınına bakar. Kahvaltısını çok güzel bir ekmekle bırakırdı; dolayısıyla da filmin adı Ekmek ve Laleler. Filmin nasıl bittiğini spoiler vermemek icin yazmayacağım fakat kesinlikle izlemeye değer bir film. Çıkılan bir yolun sizi nerelere götürebileceğini açıkça gösterir.

A Brief History of CLIL

Reading Time: 3 minutes

Content and Language Integrated Learning (CLIL) is an approach or method which integrates the teaching of content from the curriculum with the teaching of a non-native language. For Puffer (2007), it refers to an educational setting where language other than the student’s mother tongue is used as a medium of instruction. It also covers a wide range of educational practices and settings whose common denominator is that a non-L1 is used in classes other than those labelled as ‘language classes’ (Snow et al., 1997). Although the term of CLIL was adopted recently in 1994, some authors even return to the history of the Akkadians around 5,000 years ago (Hanesová, 2015). To better understand today’s CLIL methodology, it is necessary to look at history for its roots and evolvement.

The History of CLIL

The acronym of CLIL was first used in 1994 at the University of Jyväskylä in Finland by David Marsh (Coyle et al., 2010), yet the concept was already being used. Approximately 5000 years ago, the defeat of Sumerians led Akkadians to learn the local Sumerian language for instruction. In the following times, history hosted multilingual societies living in the same territories. For those groups of people living in the same area and more developed regions, bilingualism or plurilingualism turned to be an advantage. People who want to learn a foreign language have to go to the country that the target language spoken or hire a teacher.

Using a foreign language for teaching content was popular as early as in Ancient Rome, where children were educated in Greek, which opened new possibilities for them (Coyle, Hood, Marsh, 2007). So, the tradition of bilingual education has a long history in countries with more than one official language, e.g. in Luxembourg taught German and French. Also, the importance of learning foreign languages in their real contexts and enriching the meaning with the content was highlighted by two pedagogues J. A. Comenius (1592–1670) and Matthias Bel (1684–1749).

In the mid-1960s, one of the first usages for L2 instruction in the French language took place in Canada and it was applied for a kindergarten by a group of people living in Quebec. The programme immersing students in a foreign language was derived and implemented in other schools. In successive decades, the phrase ‘immersion’ teaching was used to refer to bilingual education. Some teachers in the USA and England applied the integration of content and language in CBI and Bilingual Education Programmes.

That spread jumped into European language policy, and in 1978, European Commission (EC) focused on “encouraging teaching in schools through the medium of more than one language” (Marsh, 2002, p. 51).  In 1983, European Parliament deployed EC to develop the programme for better foreign language teaching. The more schools started to teach some subjects in foreign languages, the more content was used in the means of foreign language teaching. CLIL suited EU multilingualism in terms of educational and political driver and the term CLIL was coined in 1994. 

2005 was the year that Marsh attempted for CLIL as “a general ‘umbrella’ term to refer to diverse methodologies which lead to dual focussed education where attention is given to both topic and language of instruction” (Kovács, 2014, p. 48-49). In consecutive year’s Eurydice Report, there were 30 European countries experiencing CLIL while the year of 2016 numbers were 38.

Coyle and associates (2010) rightly describe that CLIL is not merely a convenient response to the challenges posed by rapid globalization; rather, it is a solution that is timely, which is in harmony with broader social perspectives, and which has proved effective. With the Industrial Age, the power of global change accelerated the timing of that solution by the emerging technologies. The innovation of EURAB, 2007’s ‘Knowledge Triangle’ started to bring full-frame technology into the classrooms. Information and Communications Technologies on CLIL (ICT) differentiated the environment of bilingual education both from learner and teacher perspectives.

Zagreb Kırık Kalpler Müzesi: Aşktan Geriye Kalanlar

Reading Time: 5 minutes

Bir şey itiraf edelim, ömür boyu hepimizin en az bir kez kalbi kırılmıştır. Belki de kıran bizdik. Kim bilir? Ama bazen terkedilmiş tarafızdır. Şimdi bu kırık kalpleri hatırlayalım, ister kendimizin olsun ister başkasının. Tüm bu kırık kalpleri koyabileceğiniz ve başkalarının gelip görebileceği bir müze hayal edin. Zagreb Kırık Kalpler Müzesi ‘inde bunu görmek mümkün.

Zagreb’in Kırık Kalpler Müzesi, dünyanın en tuhaf koleksiyonlarından birini barındırıyor. Hırvatistan’ın başkentinde merkeze yakın bir yerde bulunan Kırık Kalpler Müzesi ayrılık, keder veya diğer acılara adanmıştır. Dünyanın her yerinden insanların bağışladığı duygusal değere sahip günlük nesneler, sahibinin öyküsü ve geçmiş ilişkisinin önemiyle beraber sergilenir. Bunlar, bazıları komik ve sevgi dolu, ancak çoğu melankolik, ilişkinin doğası ve nasıl sona erdiği hakkında bir fikir veren aşk ve ayrılık hikayeleri.

Dražen Grubišić ve Olinka Vištica, fırtınalı bir ayrılık veya yıkıcı bir kayıptan sonra geride kalan nesneleri 13 yıldır topluyorlar. Ancak gazeteci Aleks Eror’ın da dediği gibi, kalp kırıklığına adanmış en büyük sergi beklenmedik bir haz getiriyor. Yani aşırı duygular burada da öne çıkıyor. Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği’nde dediği gibi “İnsan, tutkulu bir aşk ile sevdiği kimseye aynı zamanda nefretin en koyusunu da duyabilir.” Bunu esasında sanatta bolca görebiliyoruz. Mesela, Emre Ezelli‘nin Dichotomy sergisinin hazırlığı sırasında ‘it likes you, you like it…‘ eserindeki ayrıntıları sormuştum. Koltuğun nasıl kişisel bir ilişkisinin hikayesinden geldiğini anlatmıştı.

Kırık Kalpler Müzesi’nin Hikayesi

Müze, eski bir çift olan sanatçı Dražen Grubišić ve film yapımcısı Olinka Vištica’nın ayrılıklarından kısa bir süre sonra kavramsallaşır. Grubišić, “oldukça medeni ve normal olduklarını, bu yüzden ayrılığın da çok pürüzsüz ve medeni olduğunu” söylüyor. Ancak genellikle uzun ilişkilerin sonunda olduğu gibi çift, dört yıllık ilişkilerinde biriktirdikleri ortak eşyalarını bölme sürecinden geçmek zorunda kaldı.

Bu görüşmeler, küçük, kurmalı bir tavşan oyuncağa denk gelene kadar sakin bir şekilde gider. Grubišić, Vištica’nın eve geleceğini duyduğu zaman onu sarar ve evinin koridoruna koyduğunu söyler, bu yürüyerek onu bir evcil hayvan gibi selamlar. Biri seyahat ettiğinde ve diğeri evde kaldığında, seyahat eden oyuncağı yanlarında götürür ve onunla fotoğraf çekinirdi. Bir tarafın eksikliğinde oyuncak, dublör olarak kullanırlardı.

Grubišić, “Bütün bu anılar yoğunlaştı ve bu küçük oyuncağa bağlandı” diye bahsediyor. “Daha sonra bu kadar banal olan ve parasal bir değeri olmayan bir şeyin sizin için bu kadar güçlü duygulara neden olabilmesinin nasıl şaşırtıcı olduğu hakkında konuşmaya başladık. Ama bu sadece iki kişiyi ilgilendiriyordu, başka hiç kimseyi etkilemiyor. ”

Grubišić ve Vištica, daha sonra insanların bir ayrılığın ardından bu duygusal nesneleri gönderebilecekleri ve sergileyebilecekleri bir alan olsaydı ne kadar ilginç olacağını farkettiler. Fikir o kadar doğal ve basit görünüyordu ki böyle bir projenin zaten var olduğunu düşündüler. Ancak çift daha sonra Google’da aradıklarında, ortaya çıkan tek şey eski sevgiliden kurtulmak için önerilerdi.

Özellikle kadın dergilerinde buldukları tüm makaleler, imha ile ilgiliydi. Yani, eşyaları ateşe vermek gibi şeyler. Grubišić bunun üzerine şöyle yorumluyor: “Bununla gerçekten bağlantı kuramıyordum, çünkü biriyle yıllar geçiriyorsanız mazoşist olmadığınız sürece çoğunun iyi şeyler olması gerekir. Öyleyse neden masalınız gerçekleşmediği için tüm bu anıları yok etmek isteyesiniz ki?”

İlk başta, bu fikirden bir sonuç çıkmadı. Ancak 2006’da Grubišić ve Vištica, 41. Zagreb Görsel Sanatlar Salonu‘ndan yapılan sunum çağrısına yanıt vererek, bitmiş ilişkilerin duygusal nesneleri ile dolu bir sanat sergi önerisini verdiler. Organizatörler bu fikre ilgi duydular ve çifte bunu gerçekleştirmesi için 14 gün verildi. Bu sürede, nesneler için arkadaşlarını ve tanıdıklarını aradılar.

Grubišić gösteri bittikten sonra projenin sona ereceğini düşünür. Ancak dört yılda Split, Ljubljana, Berlin, Singapur, Tokyo, İstanbul ve diğer birçok şehirden talep geldi. Sonunda, gezer sergiyi organize etmenin lojistiği o kadar yorucu hale geldi ki çift 2010 yılında Zagreb’de gerçek bir müze açmaya karar verdi ve Grubišić’e göre Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de en çok ziyaret edilen müze oldu.

Eğer bugün müzeyi ziyaret edecek olsaydınız, dört odadan oluşan 300 metrekarelik bir alana yayılmış 84 nesne bulacaksınız. Her üç yılda bir değişen nesneler, 4.000’den fazla koleksiyondan seçiliyor. Her gün, insan yaralarını anlatan değişik nesneler sergilenmekte. Objeler ve beraberindeki hikayeler o kadar çeşitlidir ki, bir hikaye yayı oluşturacak şekilde düzenlenmiştir. Bu yay, tebessüm ettirici, hafif hikayelerle başlar ve sonrasında biraz karmaşıklaşır. Grubišić, “Yapmaya çalıştığımız şey bu, çünkü herkesin ağlamaktan kaçtığı dünyada bir şeyi kolayca yapabilirsiniz” diyor.

Nesnelerin çoğu romantik ilişkilerin kalıntıları olsa da, bazıları aileseldir. Diğerleri ise öğrenci ve öğretmen arasındaki platonik bağ gibi şeyler. Çoğu durumda bir nesne, arkasında saklanan hikaye hakkında çok az ipucu verir. Göz alıcı nesnelere bazen iç açıcı olmayan hikayeler eşlik ederken, en ilginç hikayeler ise genellikle dikkat çekici olmayan nesnelere aittir.

Bazıları uzun ve itiraf içerirken, en iyileri genellikle kısa ve öz. Asıl duygusal yumruklar, birkaç kelimeden oluşuyor. “Birlikte basketbol oynadık. O dürüsttü, ben değildim. Bana kızları nasıl gördüğünden bahsediyordu ve içten içe beni öldürüyordu” diyor bir çift basketbol ayakkabısına eşlik eden notta. Berlin’den gelen eski baltanın yanında şöyle yazıyor: “14 günlük tatilde, her gün buradaki mobilyalardan birini parçaladım. Kalıntıları orada, içsel durumumun bir ifadesi olarak sakladım. Ne zaman onun odasını ruhum gibi doğranmış mobilyalarla gördüm, o kadar iyi hissettim.

Ayrıca, websitelerinde farklı hikayelere de yer veriyorlar. Mesela, en trend hikayelerde Türkiye’den de hobby çikolata ile bir ‘son sevgililer günü‘ anısı yer alıyor. Müze içerisinde ise Türkiye’den gelen bir gelinlik bulunuyor. Damadın düğünden önceki gün beklenmedik şekilde ölmesi sonucu evlenemeyen Türk bir kadına ait olan gelinlik köşede duruyor.

Müzenin ziyaretçilere çekiciliği açık: Özgünlük ve röntgenci zevk. Nesneler arasında yürürken, manyetik çekme görevi gören bir çeşit mistik koku yaydıklarını hissettim. Onları bir müze alanında hikayeleriyle sunduklarından kendimi düşündüğümden daha yakın halde inceleyerek buldum. Ancak insanları hayatlarının parçalarını bu şekilde sergilemeye iten şey nedir sizce? Muhtemelen bazı insanlar, onlara yük gelen kurtulmak istedikleri şeyleri gönderiyor. Grubišić’e göre, “Ayrılıktan 20, 30 yıl sonra gelen nesneleri seviyorum. İnsanlar bunun hayattaki en güzel an olduğunu fark ediyorlar ve bir şekilde dünyayla paylaşmak istiyorlar.”

Peki Grubišić 13 yıl boyunca insan ilişkileri hakkında ne öğrenmiş olabilir? “Bu her zaman aldığım bir soru: Şimdi kendinizi bir uzman olarak görüyor musunuz? Hayır, daha az biliyorum! Çok, çok karmaşık, deneyimlerin çeşitliliği inanılmaz. Diyorlar ki, gerçek kurgudan daha garip… Bu burada kesinlikle doğru. ”

Kırık Kalpler Müzesi Ziyaret Bilgileri

Müzeye herkes katkıda bulunabilir. Eğer hikayenizin başkaları için iyi bir örnek olacağını düşünüyorsanız, katkıda bulunmaktan ve göndermek için çekinmeyin. Müze çalışma saatleri her gün 09:00 – 21:00 arası açıktır. Son giriş 20:30 (1 Ekim – 31 Mayıs) ve 09:00 – 22:30. Yaz döneminde son giriş 22:00 (1 Haziran – 30 Eylül) ve Zagreb’in Upper town gölgesinde bulunuyor. Kırık Kalpler Müzesi giriş ücretleri ise tam 40 Hırvatistan Kunası, öğrenci ve indirimli 30 Hırvatistan Kunası’dır.

Rayların ‘Bittiği’ Yer: Auschwitz-Birkenau Ölüm Kampı

Reading Time: 7 minutes

Küçükken bize parmakla gösterip “bırak bu adam yahudi, uzak dur” (antisemitizm) deseler bu nefret tohumu budanmadan, yontulmadan büyür gider diyor Serdar Kuzuloğlu Zihnimin Kıvrımları’nda. Ne kadar tehlikeli bir tohum, değil mi? Karşıdaki insan hiçbir şey yapmamıştır, onunla iletişimimiz bile olmamıştır. Nelson Mandela ise bu nefretle ilgili “Hiç kimse, teninin rengi, geçmişi ya da dini nedeniyle başka bir insandan nefret ederek doğmaz” diyor. Bu yazımda, Krakow Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı‘nı ve hikayesinden bahsedeceğim.

Seyahat etmek her zaman eğlenceli değildir. Olmak zorunda da değil. Bazen tarihi ve diğer kültürleri daha iyi anlamak için rahatlık alanınızdan çıkmanız gerekir. Fotoğraflarda ‘Arbeit Macht Frei‘ ile gördüğüm Auschwitz’i ziyaret etmek istiyordum. Geçen yıl bunu gerçekleştirdim ve düşüncelerimden ziyade, sizi Auschwitz’de neyin beklediğine dair bazı pratik ipuçları vermek istiyorum.

Auschwitz where the rails end

Nazi toplama kampı ya da Auschwitz-Birkenau toplama kampı nedir, ne hatırlamamız gerekir? Rayların bittiği yer çünkü II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın dört bir yanından getirilen Hitler’in ilgisini çekememiş yani Yahudi (%90), çingene, eşcinsel, politik muhalif, kaçak grupların olduğu trenlerin son durağı burası olurdu. Trenlerde gelenler son durakta 2 gruba ayrılır: Çalışabilecek durumda olanlar ve çalışamayacak durumda olanlar (genelde kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler). Bu işlem Doktor Mengele ve subaylar tarafından gerçekleştirilir.

Auschwitz Siklon-B Gaz Odaları

Kampın girişinde Auschwitz I (genelde yönetim binaları) tarafında gelenleri ‘Çalışmak Özgürleştirir‘ yazısı karşılar. Trenlerle gelenler bu noktaya kadar zaten çalışmak için getirildiklerini zannederler. Yani dönemin uluslararası şirketi, dünyanın 4. devi I.G. Farben’ın köle işçi ihtiyacı için. İlk tutuklu toplu transferi 1940’ta, ilk Yahudi toplu transferi 997-999 kız çocuğu ile 1942’de olur. Gelenlerden valizleri toplanır ve çalışma bittiğinde geri verileceği söylenir. Çalışamayacak durumda olanlar gelen trenin yaklaşık %70-90 civarını oluşturur.

Sol tarafa ayrılanlar yani çalışamayacak durumda olanlardan yıkanmaları için soyunmaları istenir. Üstünde geldikleri yer-isimleri yazan valizleri ve kıyafetleri geri verilmek üzere alınır, sonrasında Almanya’ya gönderilir. Tüm bu işlemler olurken bir yandan küçük Yahudi orkestrası neşeli şarkılar çalar. Penceresiz odaya ilk önce kadınlar daha sonra erkekler alınır ve herkesin eline sabun verilir. Çok sayıda insan varsa çocuklar içeridekilerin kafalarının üstüne atılır ve daha fazla alan kazanmak için içeridekilerden ellerini havaya kaldırmaları istenir. Daha sonra odanın kapıları kapatılır. Bu andan sonra artık burası gaz odası olur.

kumaş yapılmak için kesilen kadın saçları 

Gaz odasına ortalama 7 adet Zyklon B gaz kutusu atılır ve 3-15 dakika arasında herkes bu gazı soluyarak ölecektir. Komutan Rudolph Höss ifadesinde çığlıklar bittiğinde herkesin öldüğünü anladıklarını belirtir. Cesetlerin saçları kumaş yapmak için kesilir, dişleri toka ve tarak yapmak için sökülür ve altın gibi değerli şeyler toplanırdı. Cesetler daha sonra krematoryum yani yakma odasına taşınırdı. Cesetlerin vücut yağından sabun yapılır veya tarlalarda gübre olarak kullanılmak üzere taşınırdı. Bu gaz odalarında günde ortalama 6 bin kişi öldürülürdü.

krematoryum

Çalışmak Özgürleştirir

Auschwitz’e yeni gelenler

Gelelim sağ tarafa ayrılanlara yani çalışabilecek durumda olanlara. İlk önce kıyafetleri toplanır, saçları kesilir ve temizlenirdi. Daha sonra isimleri kayıt defterine kusurlarına göre işlenir ve verilen numara vücutlarının sol tarafına—genelde koluna— bir dövme ile kazınırdı. Auchwitz’de kimlik sistemini otomasyon haline getiren ise IBM‘dir. Erkeklere çizgili mahkum kıyafeti, kadınlara ise iş elbisesi verilirdi. Bunların üzerine de kişilerin numaraları yazılırdı ve bu kıyafetleri ölene kadar giymek zorundaydılar. Çünkü ikinci kıyafet ve yıkamak için yeterince su verilmezdi. Yılda sadece 2 defa iç çamaşırı verilirdi.

toplu tuvaletler

Normalde atlar için ahır olarak hazırlanan penceresiz mahkum işçi koğuşlarında, 3 katlı ranzalarda 300-400 kişi kalırdı. Her gün 4:30’da başlardı. Beslenmeyi de varın siz düşünün… Sabah çay veya kahve, öğle çorba, akşam reçelli ekmek. Yemekler çürük maddelerden yapılırdı, bu yüzden ishal ve salgın hastalıklar boldu. 180 kişinin tuvaletini yaptığı ortak tuvaletler bulunuyordu. Bu koşullardan dolayı ortalama 6 kişi hayatını kaybeder, çoğu kişinin buraya geldikten sonra yaşam ömrü 1 yıl olurdu.

Azrail Josef Mengele ve Ürpertici Deneyleri

Başta bahsettiğim Auschwitz-Birkenau toplama kampının Azraili Doktor Josef Mengele, genetik deneylerden fiziksel deneylere birçok insanlık dışı vazife ile meşguldü. Bu deneylerden bazıları epidemik hastalıklar, hardal gazı, donma, çeşitli uyuşturucular, organsız yaşam denemeleri, zehir testi, yüksek irtifa tepkileri, x ışınlarına maruz bırakmadır. Bunun dışında başka doktorlar Block 10 adı verilen barakada deneyler yaparlardı. Bazen ise bu insanların iç organları bazı deneylerde kullanılmak üzere alınırdı.

Denek çocukları ve Mengele

Mengele‘nin ilgisini çeken bir diğer konu ise ikizler, cüceler gibi benzersiz fiziksel özellikleri olan insanlar. Bu insanlar kampta en iyi muameleyi gören insanlardı çünkü ona göre bu kişiler genetik biliminin birer mucizesiydi. Bu içgüdü ise Mengele’nin “insanların göz rengini değiştirme” istediğinden geliyordu sanırım. Bu deneylerden, yapışık ikizleri ayırmak gibi insanlığa olumlu katkıları da olmuştur.

Auschwitz toplama kampından kaçmayı düşünenler de olmuştur fakat kampın duvarları elektrikli tel ile çevriliydi ve gözetleme kuleleri mevcuttu. Bu telleri ve gözetleme kulelerini halen görmeniz mümkün. Kaçmaya teşebbüs edenler ve sabotaj girişinde bulunanlar Block 11 isimli zindana atılırdı. Block 10 ve Block 11 arasında yer alan ölüm duvarı ise bu insanların ‘bittiği’ başka bir yerdi. Bu ölüm duvarında kurşuna dizilen mahkumlar diğerlerine göre daha şanslı sayılıyordu.

sol bina Block 11, ölüm duvarı, sağ bina Block 10

Bu katı önlemlere rağmen Auschwitz-Birkenau toplama kampından 928 kişi kaçmıştır. Sadece 114’ü başarılı olarak bir şekilde hayatına devam etmiştir. Buradan kaçıp en uzun yaşayan ve 90 yaşında ölen aktör-yazar Tadeusz Sobolewicz olmuştur. Gaz odasından sağ kurtulan tek kişi, iki Nazi askeri sohbet ederken koşarak kaçan ve 2017’de vefat eden Mietek Grocher olmuştur. Firar eden olursa sonucuna bakılmaksızın koğuşundan rastgele 10 kişi seçilerek kurşuna dizilir, asılır ya da işkenceyle öldürülürdü.

Holokost İnkarı

Bu kadar şeyi gördükten sonra, Auschwitz II yani Birkenau’nun girişindeki kitapçıyı da gezdim. Orada gözüme çarpanlardan biri ise Auschwitz’in bir yalan olduğu ve abartıldığı gibi bir yer olmadığına dair birkaç kitaptı. Nazilerin milyonlarca kişiyi öldürmek için kullandıkları gaz odalarının savaştan sonra Almanya’ya kötü bir imaj vermek için müttefikler tarafından inşa edildiğini savunuyorlar. Yahudilere karşı bir soykırım demek için abartıldığını da söylüyorlar. Ne tesadüf ki Nüremberg Duruşması‘nda da soykırım kararı yoktur(!) Onlara göre, toplama kamplarında ölen Yahudiler aslında hastalığın kurbanlarıydı. Daimi bir ceset yakımı olsa bile 5 yılda 1 milyon kişinin cesedinin yakılması imkansız ifadesi başka argümanları.

Auschwitz’in Keşfi

Auschwitz-Birkenau Toplama Kampından kaçanlar veya çevrede yaşayanların insanların gaz odalarına atıldığını, yakıldığını ve üzerinde deneyler yapıldığını anlattıklarında kimse inanmıyordu. Kamptan kaçmayı başaran birkaç kişi kampın detaylı bir planını hazırlar ve müttefiklere iletir. Ardından gönüllü bir kişi tarafından kampta yapılanlar doğrulanır ve müttefik uçakları ile havadan fotoğrafları çekilir. 1944 baharında ABD, artık herhangi bir kalıntısı mevcut olmayan Auschwitz III’deki I.G. Farben sentetik akaryakıt ve kauçuk fabrikasına ağır bir bombardıman düzenleyecekti.

Yakınlarına düşen bu bombalar, Auschwitz merkezindeki tutsaklara umut veriyordu. Sağ kurtulabilen biri bunu daha sonra şöyle hatırlıyordu: “Artık ölümden korkmuyorduk. Hiç değilse böyle bir ölümden. Patlayan her bomba bize umut veriyor ve hayata olan inancımızı pekiştiriyordu.” 

Bunu izleyen yıllarda müttefiklerin gaz odalarını ya da Auschwitz-Birkenau’ya giden demiryollarını bombalamaması bazı tartışmalara neden olmuştur. Bombalamadan yana olanlar, böyle bir harekâtın bazı tutsakların ölmesine neden olabileceğini kabul ederken cinayetleri yavaşlatıp bazı hayatları da kurtaracağı görüşünü savunmaya devam etmektedir.

Mart ayının sonunda ziyaret etmiş olmama rağmen, dışarısı buz gibiydi hatta buz tutmuş su birikintileri mevcuttu. Polonya’nın buz gibi kışında kötü yaşam koşullarında ölüme nasıl direnilir, karanlık zindanlarda ufacık bir ışık için nasıl umut edilir aklım almıyor. Auschwitz-Birkenau toplama kampıyla ilgili birçok insanın etkileyici hikayesi bulunuyor, Nazi fotoğrafçılarının çektiği albümlere de göz atmanızı öneririm. “Ne var ki, korku yüreksiz bir insanın nefreti, nefret de cesur bir insanın korkusu olduğundan mıdır…¹ bu soğuk atmosfere şahit olduğunuzda insanın kanı donuyor.

Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı Bilet ve Ulaşım

Elektrikli teller arasından Auschwitz

Krakow’a gelirseniz bu tarihi yeri gezmek yarım veya bir gününüzü alıyor. İster Krakow şehir merkezinden tur satın alıp gelebilirsiniz, ister kendi başınıza gezebilirsiniz. Ben ikinci seçeceği yaptım, otobüsle Auschwitz I kapısına kadar geldim ve otobüste kredi kartı geçiyor. Toplama kampına giriş ücretsiz, fakat önceden Auschwitz-Birkenau rezervasyon biletinizi ayırtmanız gerekiyor. Hatta ücretsiz İngilizce veya Almanca dilinde ücretsiz sesli rehber rezervasyonu da yapabilirsiniz. 1 ay önceden rezervasyon yapmıştım fakat İngilizce rehber doluydu. İngilizce rehberin olduğu saatte gidip gruba aradan dahil olmuştum. Auschwitz I ve Auschwitz II (Birkenau) arasında ücretsiz servis bulunuyor.

Krakow’da gezilecek yerleri ve yapılacak şeyleri mutlaka bir yerden bulacaksınızdır. Benim önerim Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’nı ziyaret ettikten sonra şehrin güney tarafındaki Krakow Schindler Fabrikası‘nı ziyaret etmeniz olacaktır. Şu anda müze olarak hizmet veren fabrika zamanında birçok Yahudinin hayatını kurtarmıştır. Böylece seyahatiniz daha anlamlı olacaktır.

Auschwitz ile İlgili Filmler ve Kitaplar

Auschwitz blocks

Daha çok gezen mi yoksa daha fazla kitap okuyan mı daha iyi bilir? İlber Ortaylı’nın cevabı en çok hoşuma giden. Gezerken okuyan. Auschwitz ile ilgili birkaç film ve kitap önderisi:

Auschwitz ile ilgili kitaplar

  • Gece – Elie Wiesel
  • Piyanist – Wladyslaw Szpilman
  • İnsanın Anlam Arayışı – Viktor Frankl
  • The Hiding Place – Corrie Ten Boom
  • Kağıttan İtiraflar – Elizabeth E. Wein

Auschwitz ile ilgili filmler

  • Hayat Güzeldir
  • Çizgili Pijamalı Çocuk
  • Schindler’in Listesi
  • Edebiyat ve Patates Turtası Derneği
  • Instrument of War

Fransız Şarapları İçin Başlangıç Rehberi

Reading Time: 4 minutes

Fransız şarapları denince akla mistik bir hava gelir. Ne kadar İtalyan-Fransız münakaşası olsa da Fransız şarabı dünyanın en iyisi olarak kabul edilir. Bölgelerden etiketlere, yöreden tada kadar bir sınıflandırma yaptım. Eğer biraz acemi olduğunuzu düşünüyorsanız ya da sadece arkadaşlarınızı etkilemek istiyorsanız, işte size Fransız şarapları için kısa ve tatlı bir rehber!

Appellation d’Origine Contrôlée/Protégée

Fransız şarapları, dünyadaki en katı kalite kontrol sistemlerinden birine tabiidir. En yüksek kalite sınıflandırması, hükümet tarafından düzenlenen ve şarabın katı koşullar altında (belirli üzümler, belirli bir alan ve geleneksel yöntemlere bağlı olarak) yapıldığını gösteren Appellation d’Origine Contrôlée veya Protégée‘dir. Bu, nadiren verilen bir etikettir ve genellikle en kaliteli ürünü belirtir. AOC / AOP etiketleri fransız peynirleri dahil çeşitli gıda maddelerine uygulanır; şarap için bu doğrudan etikette işaretlenir ve mantarın üstünde parlak yeşil bir etiket görürsünüz.

Yaygın Fransız Şarapları ve şarap üretim bölgeleri

Bölgeleri anlamak, Fransız şarabını anlamanın anahtarıdır. Fransa’da şarap, kullanılan üzümlerden ziyade yapılan yerin bir sembolü olarak görülüyor—yani şarap üzümden değil, bölge ve üretici tarafından kimlik kazanır. Fransa’daki büyük şarap üreten bölgelerin kısa bir listesini ve her birinden ne beklenmesi gerektiğini yazının devamında aktarıyor olacağım:

Bordeaux (Bordo)

Bu, ülkenin en büyük şarap üreten bölgelerinden biridir ve 10.000 üreticiye ev sahipliği yapar. Buradaki şaraplar, genellikle orta gövdeli ve meyveli kırmızılardır. Ucuz bir Bordo şarabı, biraz sürpriz sonlu olabilir, ancak lüks şişeler de birkaç bin euro’ya mal olabilir!

Bordeaux şarapları: Médoc, Pauillac, Saint Émilion, Pomerol

Burgundy (Bourgogne)

Pahalı ve yüksek değerli, iyi bir Burgundy şişesi bulmak zordur. Ancak genelde ustaca yapılmış, karmaşık ve son derece ödüllendiricidir. Buradaki şaraplar genelde yumuşak tada sahip, dünyevi ve orta gövdelidir. Bu şaraplar iyi yaşlanır ve hatta bazıları 20 veya 30 yıl boyunca saklanabilir.

Burgundy şarapları: Cote d’Or, Beaujolais, Chablis

Loire Vadisi

Loire nehri boyunca 1000 kilometreden uzun bu bölge, Fransa’daki en çeşitli şarap yetiştirme bölgelerinden biridir (buradaki bağların çoğu aileye aittir) ve 87 ödüllü şaraba ev sahipliği yapmaktadır. Loire, her türlü şarabı üretmesiyle ünlüdür, ancak taze ve beyaz şarapları özeldir. Aynı zamanda Champagne’nin ardında en büyük ikinci köpüklü şarap üreticisi!

Loire Vadisi şarapları: Sancerre, Pouilly-Fumé, Chenin Blanc, Chinon

Rhône

Güneydoğu Fransa’da bulunan bu bölge, sert ve aromalı kırmızı şaraplarla ünlüdür. Bir şarkı eşliğinde lezzetli bir şişe Rhône alabilirsiniz.

Rhône şarapları: Côtes du Rhône, Hermitage, Côte Rotie, Châteauneuf-du-Pape

Alsace (Alsas)

Bu kuzeydeki sınır bölgesi, Fransız ve Alman üzümlerinin bir karışımı olan beyaz şaraplarıyla çok ünlüdür. Burada üretilen şaraplar, zengin tatlılıkları ile bilinen Alman şaraplarından daha sek, daha taze ve daha mineralli olma özelliğine sahiptir.

Alsace şarapları: Riesling, Gewurztraminer, Muscat

Languedoc-Roussillon

Bu sıcak bölge Akdeniz kıyısında yer alır ve tam gövdeli, meyveli kırmızı ve roze şaraplar üretir.

Languedoc-Roussillon şarapları: Corbières, Limoux (Fransa’nın en eski köpüklü şarabı)

Provence

Aynı zamanda lavantalarıyla ünlü bu yer, roze şarapları konusunda ustalaşmıştır.

Provence şarapları: Côtes de Provence, Côteaux d’Aix

Champagne

12. yüzyıla kadar uzanan köpüklü şaraplarıyla dünyaca ünlü bir bölgedir. Çift fermantasyon yöntemi, bölgenin kuzey ikliminden kaynaklanır: İlk fermantasyon kış soğukları ile olur, ancak baharın gelmesi ile ikinci bir fermantasyon olur ve daha sonra karbondioksit salınımını galvanizleyecektir… Dolayısıyla köpük! Ancak, bugünün teknolojisi biraz farklı.

Sadece Champagne bölgesinde yapılan şaraplar, şampanya olarak adlandırılabilir, bu da adını kalite ve fiyatla eşanlamlı hale getirir. Başka bir yerde üretilen köpüklü şaraplar crémant olarak adlandırılır, genellikle lezzetlidir ama ucuzdur.

Terroir

Terroir yani yöre, her şaraba kendine özgü bir karakter kazandıran şarabın menşe yeri (kendine özgü iklimi, topografyası, toprak, rakımı ve yerel gelenekleri ile) anlamına gelir. Fransa, Loire gibi bölgelere, Sancerre gibi daha küçük bölgelere daha sonra chateaux veya şarap sitelerine ev sahipliği yapan köylerden oluşur. Genellikle, etiket üzerindeki yöre ne kadar küçük ve daha spesifik olursa, şarap o kadar iyi olur.

Cru: Premier Cru, Grand Cru, Grand Vin ve Réserve

Fransız şarap etiketleri, büyüme anlamına gelen cru‘yu gösterir. Bu, şarabın üretildiği bağ, mülk veya köy anlamına gelir. Yöre ve cru arasındaki çizgi çok keskin değildir, ama bunun hakkında şöyle bir düşünce şekli buldum: Yöre şarabın yetiştirildiği yerdir, cru şarabın işlendiği yerdir. Sürekli olarak kaliteli şarap üreten yerler, daha yüksek cru’ya sahiptir, bu nedenle burada bilmeniz gereken bazı bilgiler var.

Grand Cru: Bu bağ bölgedeki en kaliteli bağ olarak belirlenmiştir.

Premier Cru: Grand Cru’dan daha az prestijli, ancak yine de bölgedeki en iyi bağ olarak kabul edilir.

Grand Vin: Şaraphanenin belirlediği en iyi şarabı.

Réserve: Bu terim kontrolsüz anlamına gelir, bu yüzden kalite anlamına geldiğini düşünmeyin!

Mis en Bouteille

Bu, şarabın şişelendiği yeri ifade eder, bu da üzümlerin alındığı yeri söyler.

Mis en Bouteille au Château / à la propriété / au domaine—Şarap, bağ veya yerel yöreye özgü üzümlerden yapılır.

Buna karşılık, négociants (şarap tüccarları) bölgedeki çeşitli konumlardan üzüm ve şarap tedarik ederek onları başka bir yere şişeleyecektir. Yine Fransız şarapları ile ilgili en önemli kural: Konum ne kadar spesifik olursa, kalite o kadar iyi olur.

Biraz daha derine gitmek isteyenler için, Fransız şarabı için mükemmel bir kaliteli şarap grafiği.

Yine de Ağzınızın Tadına Bakın

Son çalışmalar, şarap uzmanlarının bile farklı farklı şeylerden bahsettiklerini gösteriyor. Akademisyenler, eleştirmenler, gazeteciler ve diğer “uzmanlar” kendi kişisel zevklerine göre hareket ediyorlar. Bu bilgeler şimdiye kadar sadece size rehberlik edebilir—ne içmeniz hakkında, kendi duyularınızı takip edin. Deneyebildiğiniz kadar deneyin ve detaylar hakkında çok fazla endişelenmeyin, sadece hoşunuza gidenleri için! Sonuçta… sonuçta hepsi üzüm suyu 🙂

Son olarak, yukarıda açıklanan sınıflandırmalar kalite garantörleri değildir, bunun yerine potansiyel göstergelerdir. En iyi şaraplar en mütevazi mahzenlerde yapılabilir.