Posts in Life

Geçmişe Takılı Kalma Erozyonu ve 7 Olası Nedeni

Reading Time: 4 minutes

Geçmiş bizi biz yapan, karakterimizi oluşturan ve hayata bakış açımızı şekillendiren bir unsur. Bir yandan da geleceğimize yön veren bir arka gelen bir ışık, aydınlatma. Peki ya geçmişte hoşumuza gitmeyen bir şey yaşadıysak ve bu noktada takılı kaldıysak ne olacak? Yatılı okul lise yıllarımdan hatırladığım ve üst dönemlerle sohbet ederken arada geçen hoş bir söz vardı: “Yaşadığın yeri cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir”. Yanılmıyorsam Osho’nun bir sözü.

Tabii ki herkesin deneyimi kendince en büyüktür, en zor şeydir; yaşayan bilir diye boşuna dememişler. Belki bu kaderde vardır, belki bu kişi zaten böyle doğmuştur veya bu olay kişiyi kişi yapacak olaydır ya da kendine acı çektirmeyi seviyordur. Her şey olası ama en öenmlisi bir an önce kendine gelmektir, çünkü zaman en değerli şey ki bu da eninde sonunda bu kadar zaman kaybetmeme değecek bir şey değilmişle sonuçalanacak.

Ben bu geçmişe takılı kalma olayını erozyona benzetiyorum. Yani zaman içinde zaten olması gereken şey, kendi hatamızla veya başkasının hatasıyla doğal olarak olur. Bizden bir şeyler götürür, eğer biz bu hatayı görüp bir yenilikle takılı kalmadan cevap verirsek, ders almış ve daha sağlam oluruz. Ya da o erozyon yıllar boyunca kişiden kişiyi götürmeye devam eder. Ya da tutup da oradan kaçıp başka bir yere gidersek o kafada problemi de beraberinde götürdüğümüz için geçmişte takılı kalma devam eder. Yani bahsedilen iyileşme gelcekte bir zamana bırakılır, o an iyileşme istenmez ve kabullenme olmaz.

Travmatik deneyimler içinde kendimizi sıkışmış hissederiz. Ancak iyi günlerde bile bir “sıkışmışlık, takılı kalma” hissi vardır. Bu, sahip olduğumuz en yaygın duygulardan biridir ve hayat ilerlemez. Gittiğimiz yer asla varamayacakmışız gibi görünür. Nerede olduğunu bile bilmeyiz. Ancak neler olduğuna dair farkındalık getirdiğimizde ileriye doğru hareket etmeye başlayabiliriz. Gözlemlerime göre geçmişe takılı kalma hissini yedi neden altında birleştirdim.

7. Duygular geçmişe dönüktür.

Mevcut yaşamımızda hala travmatik bir olaydan içerisinde değilsek, duygusal durumumuz muhtemelen bir geçmişe dönüştür. Travmatik duyguların yüzeye çıkması için dramatik tetikleyicilere ihtiyaç yoktur. Çoğu zaman onların gün yüzüne çıkmasına neden olan kalıpları ve olayları göremeyiz. Çözülmemiş bir geçmişten kaynaklanan duygusal bir durumda günler geçirebilir ve bunun farkına varamayız bile. Bu da çocuklukta başlayan kalıpları tekrarlamamıza neden olacaktır. Duygusal durumumuz onları çağrıştırdığı için kalıplardan çıkmak için mücadele etmek gerekir.

6. Durumu çözmek için geçmişi tekrarlamak gerektiğine bilinçsizce inanmak.

Geçmişi tekrarlamak için bilinçli bir arzuyla yaşamanızı önermek yanlış olur. Bunu kimse istemez. Ama muhtemelen çok aktif bir bilinçsiz dünyaya sahip olabilir ve iç dünyada yersiz kendini suçlama döner durur. Neyi yanlış yaptığını anlamak isteyen en az bir iç çocuk vardır. Böylece, neyin yanlış gittiğini anlamak için bilinçsizce geçmişi tekrar eden durumları ve simulasyonları seçecektir. Bu pek de işe yaramaz çünkü geçmişteki veya şimdiki istismarcılar asla ihtiyacımız olanı vermezler.

5. Hissizleşmenin hissetmekten daha iyi olduğunu düşünmek.

Bir travma yaşamak, getirdiği duygularla insanı bunaltabilir. Geçmişte bu travmayı çözemez ve bu duyguları ihtiyaç duyduğunuz şekilde ifade edemeyebiliriz. İnsanın bu duyguların tehlikeli olduğunu söyleyen savunmaları olabilir. Gerçekte, değillerdir ama. Savunma mekanizmaları yaşam kalitesi için çok daha tehlikelilerdir. Ancak yolculuğun bu noktasında buna inanmak zor olabilir. Geçmişin duygularını ifade etmeden, şimdiki anın dikte etmesini engelleyemeyiz. Bu duygular, fiziksel olarak nasıl hissettiğinizi bile etkileyebilir ve bu da kesinlikle geçmişe takılı kalma hissi yaratır. İnsan sosyal bir varlıktır, diğer insanlardan kaçmayın. Saygı çerçevesinde iletişim ve bağ kurmaya çalışın.

4. Mükemmeliyetçilik ve onaylanma ihtiyacı.

İç dünya çalkantılı olduğunda, odak dış dünyaya kayabilir. Geçmişteki kayıpların acısını dış dünyadan onay alarak çözebileceğimize bir an inanabiliriz. Mükemmel bir yaşamla mükemmel bir maske oluşturabiliriz, ancak bu her zaman bir savaş gibi gelir. Dünyaya iyi olduğumuzu, belki de iyiden daha iyi olduğumuzu göstermeye çalışırken, çözülmemiş bir geçmişten gelen iç kargaşaya karşı savaşıyoruzdur. Ama iç dünyamızı keşfetmek ve iyileştirmek yerine kendimizi dışsal etkenlerle tüketmeye başlarız bu sefer.

3. Hayatta daha fazlasına veya olduğuna layık olmadığına inanmak.

Değer eksikliği, iyi ve amaçlı bir yaşama karşın en yaygın duvarlardan biridir. Boşlukla doludur ve başkalarını rahatsız etmemeyi söyler. Eğer hak etmiyorsam denemenin de bir anlamı yok der. Denemeden önce kendimizi durduruz. Bu duyguyu mükemmeliyetçilikle güçlendirsek de, atmak istenen o cesur adımları engelleme güdüsü her zaman oradadır.

2. Güçsüz hissetmek.

Güçsüzlük hissi, çocukluk travmasına veya geçmiş problemlere karşı verilen yaygın bir tepkidir. Hepimizde bir derece vardır. İstediğimizi beyan etme gücümüz olmadığına inanıyorsak, muhtemelen başlamayız. Ama bu güçsüzlük, gerçekten gücünüzün olmadığı geçmişten gelir. Bugün için geçerli olmayan duygusal bir geri dönüş. Güçlü bir adım atmaya çalıştığımızda ortaya çıkan güçsüz düşünceleri sorgulamızda yine çıkmaza gireriz.

1. Ne olduğunu hatırlamamak.

Travma çözülmeye, karakter bölünmesine yol açar. Bu sadece ciddi travması olanlar için değildir. Karakter bölünmesi bir dereceye kadar hepimizin içinde vardır. Bu süreklilik içinde olan bir şeydir. Yemeği buzdolabına koyduğunu unutmak kadar basit olabilir. Ancak, çok geçmişten kalma bir şeyin bilinçte yaşamaması muhtemeldir. Bu buzdağının görünmeyen yüzünde kalır. Bu olduğunda ise başınızı kaşır ve “Neden bu sürekli başıma geliyor?” deriz.

Hayatta atabilecek en güçlü adımlardan biri dikkat etmektir. Yavaşlamak ve kendinizi daha derin bir düzeyde tanımak için biraz zaman ayırırsanız, sizi tıkayan şeyleri çözmeye ve istediğiniz yaşamla ilerlemeye başlayabilirsiniz. Bu çıkmazdan çıkmak, kendini değersiz hissetmekten kurtulmak ve gerçekçi cesur adımlar atmak için güzel bir başlangıç olacaktır.

Bu yazı bağımsız bir kişi olarak gözlemlerime ve araştırmalarıma bağlı olarak oluşturulmuştur. Bazı noktalar kapsayıcı olmayabilir veya eksik olabilir, bu yüzden profesyonel yardıma ihtiyacınız olduğunuzu düşünüyorsanız doktorunuza başvurun.

Centralized Fear Relationships: Just Occupying The Partner and Feeling Safe

Reading Time: < 1 minute

Fear relationship is phobia and anxiety disorder resulting in feeling compelled to have a relationship as a result of fear of the future, missing out social phobia. In other words, we can call this having their back to the wall when that relationship is not for them or not needed and occupying someone’s life. Some call this selfish love by having someone for their needs and interests while not giving something in return or not caring about the other side.

The individual controlling the relationship, because of anxiety, shapes the direction of the relationship and becomes the manager. They appear when they need love, hope and compliments, and other times they ignore the other partner’s existence. If the partner does not realise what is happening, similar issues would appear in them later on as their dreams and desires are postponed or ignored. For instance, the partner may want to move together or have a couple trip to somewhere, yet these do not find a response. The fear relationship may end up “you and we” form and one-way emotions. Most probably, the distance replaces the intimacy.

Where Does This Fear Relationship Come From?

This fear can result from any number of dysfunctional bonding experiences ranging from early childhood toxic parental attachments to relationship failures in adulthood. These negative tendencies are based on deep-seated feelings that they developed in early childhood of being essentially bad, unlovable or deficient. In another way, it can also be a situation of being stuck on an event experienced in adulthood and not being able to overcome it. Another option may be the inability to show up themselves due to the lack of self-confidence, and it may be difficult for the other partner to understand this because of low intimacy.

Yavaş Yaşam Felsefesi Nedir ve Neden Popüler Oldu?

Reading Time: 3 minutes

Teknoloji hızlandıkça hayatımızın hızı da doğrusal olarak artıyor. Bilgi ve haber, ister doğru olsun ister yanlış, her zamankinden daha hızlı yayılıyor. İnsanların haftanın 7 günü, günün 24 saati internete bağlı olması bekleniyor. Acelecilik kültürü, insanları tükenmişliğe doğru itiyor. Ancak işler ne kadar hızlı da bir noktada onları yavaşlatmak isteriz. İşte burada yavaş yaşam felsefesi (Slow living) devreye girer.

Carl Honoré, In Praise of Slowness kitabında “Nicelikten çok nitelik. Bir şeyleri mevcudiyetle yapmak, anda olmaktır. Nihayetinde yavaş yaşam felsefesi, her şeyi olabildiğince hızlı yapmak yerine mümkün olduğunca iyi yapmaktır.” diyor.

Bu size biraz basit gelebilir, “ama aslında günün her anın zamana karşı bir yarış olduğu bir parkur koşusu kültüründe, son derece devrimci bir fikirdir” diyor Honoré. Peki yavaş yaşam felsefesi tam olarak nedir? Nasıl kendimizi yavaşlatabiliriz ve bu tempoyu benimseyebiliriz?

Cittaslow Yavaş Yaşam Felsefesi Nedir?

Akademide bir şeyi betimlemenin en iyi yollarından biri, ne olmadığından başlamaktır. Günlük hızlı temponuzu yavaşlattığınızı düşünün, en çok neyi yavaşlatmak isterdiniz? Honoré, “Tabunun olduğunca her şeyin hızlıca yaşandığı kültürümüzde, yavaşlamanın tek yolu her şeyin inanılmaz derecede ağır çekime dönüşmesi olduğunu düşünürüz, bu da saçma olur” diyor. Yavaş yaşamak, kendimizi kapatmak değildir. Daha çok, stratejik olarak geri adım atmakla ilgilidir.

İtalyanca şehir (citta) ve İngilizce yavaş (slow) anlamına gelen Cittaslow yavaş yaşam felsefesi, işleri olduğunca doğru hızında yapmaktır. Doğal olarak, hayatta işleri hızlı yaptığımız ve meşgul olduğumuz zamanlar vardır. Ancak frene basıp yavaşlamamız gereken başka zamanlar da vardır.

Daha yavaş bir yaşam tarzı için olmazsa olmazlar nelerdir?

Yavaş yaşam (slow living), bağlantıyı kesmek, yavaşlamak ve daha fazla var olmak için fırsatlar yaratmaktır. Buna yönelik ilk adımı, telefonunuz veya bilgisayarınızla ilişkinizi yeniden tanımlamayarak ve ekransız zaman için hayatınızda daha fazla yer açarak başlayabilirsiniz.

Honoré, “Yavaş yaşamın temel taşlarından biri, teknolojiyle daha dengeli, daha sağlıklı, daha mutlu ve daha insancıl bir ilişki kurmaktır” diyor. “Bu teknolojinin inanılmaz hızını ne zaman kullanacağını bilmek ve sonra ne zaman yeterli olduğunu bilmektir.”

Yavaş yaşamanın bir diğer önemli unsuru, kaçırma korkusunu yenmek ve her şeyi tek tek yapmaya çalışmak yerine, önemli olan şeylere odaklanmaktır. Honoré, “Yavaş olmanın temel taşı, hayır demektir.” diyor. “Hayır deme, öncelik verme, durup düşünme ve ‘Benim için gerçekten önemli olan nedir?’ demek için zaman ayırma sanatını yeniden öğrenmektir. Sonra zamanınızı ve dikkatinizi bu şeylere ayırın ve diğerlerini bırakın.”

Sizin için neyin önemli olduğunu belirlemek ve Pareto Kuralı hakkında bilgi almak için şu yazıyı okumanızı öneriyorum.

Yavaş yaşamaya değer mi?

İnsan zihninin, bedeninin ve ruhunun alabileceği hızın sınırlarını zorluyoruz. Hatta, her şeyi bir anda yapabilmek için bir bedel ödüyoruz. “Beslenmeden ilişkilere, aileden işe kadar her şeyde acı çekiyoruz ve aynı zamanda düşünme, bağlantı kurma, yenilik yapma, iş yaratma, üretken olma ve yaratıcı olma yeteneklerimize zarar veriyor.”

Yavaş yaşam felsefesi pek çok kişide fark yaratıyor, çünkü insanlar hızlı yaşam tarzıyla birlikte gelen sonuçlardan bıkmış durumdalar. Honoré’a göre, “Gerçekten yaşamak yerine hayatlarımızda birbirimizle yarışıyoruz. Günün her anını kısa bir çizgiye dönüştürmek çok zor ve bizi pek çok yönden yıpratıyor.”

Yavaş yaşam felsefesi için birkaç öneri:

  • Ucuz olan her şeyi almayın.
  • Telefon, laptop veya kitabınızı uzağa koyun ve lokmalarınıza odaklanın.
  • İşe gitme rutininizi gözden geçirin.
  • Sıkılın.
  • Doğayla ve kendinizle baş başa kalabileceğiniz yürüyüşler yapın.
  • Bedeninizi dinlendirmek ve yenilenmesine yardımcı olmak için en az 8 saat ayırın.
  • Hobilerinize günde en az yarım saatinizi ayırmaya çalışın.
  • Üstünüzde baskı yaratmamaya, kendinizi zorlamamaya ve stres seviyenizi artıracak eylemlerde bulunmamaya dikkat edin.

Pareto Kuralı: Neden Birkaç Kişi Genelde Ödüllerin Çoğunu Kazanır?

Reading Time: 5 minutes

1800’lerin sonlarına doğru —tam olarak kimse ne zaman olduğunu bilmemekle beraber— Vilfredo Pareto adında bir adam, bahçesinde uğraşırken küçük ama ilginç bir keşif yaptı. Pareto, az sayıda bezelyenin bahçesindeki bezelyelerin çoğunluğunu ürettiğini fark etti.

Pareto çok matematiksel düşünen biriydi. İktisatçıydı ve yapmak istediği şeylerden biri ekonomiyi sayılara ve gerçeklere dayanan bir bilime dönüştürmekti. Zamanın birçok ekonomistinden farklı olarak, Pareto’nun denemeleri ve kitapları denklemlerle doluydu. Bahçesindeki bezelye olayı matematiksel beynini harekete geçirmişti.

Ya bu eşit olmayan dağılım yaşamın diğer alanlarında da mevcut olsaydı?

Pareto İlkesi

O zamanlar Pareto, çeşitli ülkelerdeki sermaye üzerine çalışıyordu. İtalyan olduğu için, işe İtalya’daki servetin dağılımını analiz ederek başladı. İtalya’daki arazinin yaklaşık yüzde 80‘inin insanların sadece yüzde 20‘sine ait olduğunu keşfetti. Bahçesindeki bezelye gibi, kaynakların çoğu azınlık tarafından kontrol ediliyordu.

Pareto analizini diğer uluslarda sürdürdü ve bir model ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, İngiliz gelir vergisi kayıtlarını inceledikten sonra, İngiltere’deki nüfusun yaklaşık yüzde 30’unun toplam gelirin yaklaşık yüzde 70’inin kazandığını fark etti.

Araştırmaya devam ederken, Pareto sayıların asla aynı olmadığını, ancak eğilimin oldukça tutarlı olduğunu buldu. Mükafatın çoğu her zaman küçük bir yüzdeye tahakkuk etmiş gibi görünüyordu. Çoğu domine eden az sayıda şey sonucu, bugün Pareto İlkesi veya daha yaygın olarak 80/20 Kuralı olarak biliniyor.

Eşitsizlik, Her Yerde

Bunu izleyen yıllarda, Pareto’nun çalışmaları pratikte ekonomistler için bir müjde oldu. Bu fikir dünyaya açıldıktan sonra, insanlar onu her yerde görmeye başladı. Özellikle 80/20 Kuralı, şimdi her zamankinden daha yaygın. Mesela, gelin daha eğlenceli bir konu olan futbola bakalım. Dünya Kupası’nda 77 farklı ülke yarışırken, sadece üç ülke Brezilya, Almanya ve İtalya olmak üzere ilk 20 Dünya Kupası‘nın 13’ünü kazandı.

“Evren bizimle barbut oynuyor; ancak zarlar hileli. Ana hedef, hangi kurala göre hile yapıldığını bulmak ve bunları kendi amaçlarımız için nasıl kullanabileceğimizi keşfetmektir.”

Joseph Ford

Pareto İlkesi‘nin örnekleri, gayrimenkulden gelir eşitsizliğine, teknolojiden girişimlere kadar her şeyde mevcuttur. 1950’lerde Guatemalalıların yüzde 3’ü Guatemala’daki arazinin yüzde 70‘ine sahipti. 2013 yılında dünya nüfusunun yüzde 8,4’ü dünya servetinin yüzde 83,3‘ünü kontrol ediyordu. Arama motoru Google, 2015’te aramaların yüzde 64’ünü aldı.

Bu neden oluyor? Neden birkaç kişi, hayattaki güzel şeylerin büyük kısmını yaşıyor?

Birikimli Avantajın Gücü

Amazon yağmur ormanları, dünyadaki en zengin ekosistemlerden biri. Bilim adamları Amazon’da yaklaşık 16.000 farklı ağaç türü sınıfladılar. Ancak bu kadar çeşitliliğe rağmen araştırmacılar, yağmur ormanlarının yaklaşık yarısını yaklaşık 227 “hiperdominant” ağaç türü oluşturduğunu keşfettiler. Yani, ağaç türlerinin sadece yüzde 1,4’ü Amazon’daki ağaçların yüzde 50’sini oluşturuyor.

Yan yana büyüyen iki bitki düşünün. Her gün daha fazla güneş ışığı ve toprak için yarışacaklar. Bir bitki diğerinden biraz daha hızlı büyüyebilirse, daha çok uzayabilir, daha fazla güneş ışığı yakalayabilir ve daha fazla yağmur alabilir. Ertesi gün, bu ekstra enerji bitkinin daha da büyümesine izin verir. Bu örüntü, daha güçlü bitkinin ortaya çıkmasına ve onun güneş ışığı, toprak ve besin maddelerinden aslan payını alana kadar devam eder.

Bu avantajlı pozisyondaki kazanan, tohumlarını yaymak ve çoğalmak için daha iyi bir yeteneğe sahiptir, bu da türün gelecek nesline daha büyük bir ayak izi verir. Bu süreç, rekabette daha iyi olan bitkiler tüm ormana hakim olana kadar tekrarlanır. Bilim adamları, bu etkiyi “accumulative advantage” olarak adlandırmaktadır. Küçük bir avantaj olarak başlayan şey zamanla büyür. Bir bitkinin, rekabeti aşması ve tüm ormanı ele geçirmesi için başlangıçta sadece hafif bir üstünlüğe ihtiyacı vardır.

Kazanan Hepsini Alır Etkisi

Yağmur ormanlarındaki bitkiler gibi insanlar da aynı kaynaklar için rekabet ediyorlar. Politikacılar, aynı oy için yarışıyor. Yazarlar, en çok satanlar listesinin başında aynı yer için yarışıyorlar. Sporcular, aynı altın madalya için yarışıyorlar. Şirketler, aynı potansiyel müşteri için rekabet ediyorlar.

Bu seçenekler arasındaki fark çok ince olabilir, ancak kazananlar çok büyük ödüller kazanıyor.

Olimpiyatlarda iki kadının yüzdüğünü düşünün. Bunlardan biri diğerinden saniyenin yüzde 1’i daha hızlı olabilir, ancak tüm altın madalyaları alır. On şirket potansiyel bir müşteri için yarışabilir, ancak sadece bir tanesi projeyi kazanacaktır. Tüm ödülü alabilmek için sadece biraz daha iyi olmanız gerekiyor. Ya da, belki de yeni bir işe başvuruyorsunuz. İki yüz aday aynı iş için yarışabilir, ancak diğer adaylardan çok az daha iyi olmak size işi kazandırır.

Performanstaki küçük farklılıkların büyük ödüller kazandırdığı durumlar, ‘Kazanan Hepsini Alır’ etkisi olarak bilinir.

Hayatta her şey ‘Kazanan Hepsini Alır‘ değildir, neredeyse yaşamın her alanı kısmen sınırlı kaynaklardan etkilenir. Zaman veya para gibi sınırlı bir kaynağın kullanılmasını içeren herhangi bir karar, doğal olarak ‘Kazanan Hepsini Alır’ durumuyla sonuçlanacaktır.

Bu gibi durumlarda, yarışmada birazcık daha iyi olmak, kazananın tümünü aldığından büyük ödüllere yol açabilir. Sadece yüzde 1, 1 saniye veya 1 dolar kazanırsınız, ancak zaferin yüzde 100’ünü yakalarsınız. Biraz daha iyi olmanın avantajı biraz daha fazla ödül değil, tüm ödüldür. Kazanan bir ve geri kalanı sıfır olur.

Kazanan Hepsini Alır, Kazanan Çoğunu Alır’a Neden Olur

Bireysel yarışmalardaki Winner-Take-All etkisi büyük oyunda yani yaşamda Winner-Take-Most etkisine yol açabilir. Bu avantajlı konumdan yani eldeki altın madalyayla veya bankadaki nakit parayla kazanan, bir dahaki sefere kazancı kolaylaştıran birikimli avantajlar sürecine başlar. Küçük bir marj olarak başlayan şey, 80/20 kuralına doğru yol almaya başlıyor. Bir yol diğerinden biraz daha avantajlıysa, daha fazla kişi bu yolu tercih ediyor ve bununla birlikte daha fazla işletme inşa edilmesi muhtemel. Tıpkı lokmacı gibi. Daha fazla işletme kuruldukça, insanların o yolu kullanmak için ekstra nedenleri vardır ve bu nedenle daha da fazla trafik alır. “Yolların yüzde 20’si trafiğin yüzde 80’ini alır.”

Bir işletmenin diğerinden daha yenilikçi bir teknolojisi varsa, daha fazla kişi ürünlerini satın alacaktır. İşletme daha fazla para kazandıkça, ek teknolojiye yatırım yapabilir, daha yüksek maaş ödeyebilir ve daha iyi insanlar kiralayabilir. Rekabetin ortaya çıkmasıyla birlikte, müşterilerin birinciye bağlı kalmasının başka nedenleri de vardır. Bir süre sonra bir şirket, bir sektörü domine eder.

İyi ile mükemmel arasındaki sınır, göründüğünden daha dardır. Çok az farkla öne geçen, diğer turlarda fark bindirecektir.

Bir yarışmayı kazanmak bir sonrakini kazanma şansınızı artırır. Her ek döngü, üsttekinin durumunu daha da güçlendirir. Parmak ucuyla kazanan kişi, zamanla ödüllerin tümünü toplamaya başlayabilir. Biraz daha kötü bitirenler zamanla ellerinde kalan hiçbir şey olur. Bu fikir, İncil’de Matthew Etkisi olarak adlandırılır, “Zira kimin varsa, ona verilecek ve artırılacaktır; fakat kimin yok ise, kendisine olan da ondan alınacaktır”.

Şimdi, bu makalenin başlangıcındaki soruya geri dönelim. Neden birkaç kişi veya bir grup, hayattaki tüm ödülleri alarak hayatın tadını çıkarır?

Yüzde 1 Kuralı

Performanstaki küçük farklılıklar zaman içinde tekrarlandığında eşitsizliklere yol açabilir. Alışkanlıkların bu kadar önemli olmasının bir başka nedeni de budur. Doğru şeyleri daha tutarlı bir şekilde yapabilen kişilerin az da olsa avantaj kazanması ve zaman içinde orantısız ödüller kazanma olasılıkları daha yüksektir.

Sadece rakiplerinizden biraz daha iyi olmanız gerekir. Ancak bugün ve yarın hafif bir avantaj elde edebiliyorsanız, kazanma sürecini tekrar tekrar az az kazanarak sağlayabilirsiniz. ‘Kazanan Hepsini Alır‘ etkisi sayesinde, her bir kazanım büyük ödüle ulaştırır.

Buna Yüzde 1 Kuralı denir. Yüzde 1 Kuralı, zaman içinde belirli bir alandaki ödüllerin çoğunun diğerlerine göre yüzde 1 avantaj sağlayan insanlarda birikeceğini belirtir. İki kat daha fazla sonuç almak için iki kat daha iyi olmanıza gerek yok. Sadece biraz daha iyi olmalısınız.

Yüzde 1 Kuralı, yalnızca küçük farklılıkların önemli avantajlara dönüştüğü gerçeğine değil, aynı zamanda yüzde 1 daha iyi olanların kendi alanlarını domine ettiği fikrine de atıfta bulunmaktadır. Bundan dolayı, birikimli avantaj süreci 80/20 Kuralını yöneten gizli motordur.

Haksız Ticaret: İş Gününü 24 Saate Çıkaran Madde

Reading Time: 5 minutes

Kapitalist modernliği başlatan siyasi, ekonomik ve kültürel tarihi devrimlere, dördüncüsünü eklesek nasıl olurdu? Farmakolojik bir devrim. Çeşitli maddelerle – kahve, çay, çikolata – “masumca” başlayan, bunları kendi yaşam koşullarına uyarlamaktan sorumlu multi-milyar dolarlık düzenleyici rejim. İnsanların afyonunu unutun, gerçek uyuşturucular daha gayrimeşrulaştırılan bir sistemi desteklemek için herhangi bir ideolojiden daha fazlasını yaparlar.

17. yüzyılda ortalama bir İngiliz ailesi, günde kişi başı yaklaşık üç litre bira tüketiyordu. Çocuklar da dahil buna ve bira yapımı, ev işlerinin düzenli bir parçasıydı. Tarihçi Wolfgang Schivelbusch, 17. yüzyılda ve hatta 18. yüzyılda biranın ne kadar yaygın olduğunu duygusunu vermek için, “kural olarak kahvaltı, bira çorbasından oluşuyor” ifadesin kullanmıştır. Tıpkı Jordaens ve Rubens’in tablolarında olduğu gibi, bir bira, yumurta ve tereyağı.

17. yüzyılın ortalarında kahve, Doğu’nun egzotik bir merakı olarak görülerek keyifli ve hoş bir içecek anılmaya başlandı. O zaman, kapitalist toplumdaki rolünü belirlemek için güçlü bir özelliği vardı: Ayıltma. Alkolün insanı sarhoş yapmasına panzehir olarak kahve ayık hale getiriyordu. Burjuvazi bu olaya olumlu yaklaşıyordu. Hatta 1865’te Fransız tarihçi Jules Michelet, kahve “cinsel duyunun uyarılması için zihnin uyarılması” yerine “doğrunun beyaz ışığıyla gerçekliği aydınlatır!” diye betimliyordu. Fizikçi Colomb gibi muhafazakarlar ise kahvenin sinir sıvısını kurutmasından korkarken “genel tükenme, felç ve iktidarsızlığa” yol açacağına inanıyorlardı.

Bunlarla birlikte kahve, eski kalıplaşmış yapıların da bir şekilde yok olmasına vesile oldu. 1789’da Camille Desmoulins bir kafeden çete grubunu yönetti ve iki gün sonra Bastille’i aldı. Boston Çay Partisi bir kahvehanede planlanmıştı. İngiltere’de II. Charles, yapılan bir manifesto nedeniyle kahvehaneleri kapatmaya çalıştı, ancak kahve satıcılarının baskısı nedeniyle başarısız oldu. Kahveyi tamamen yasaklamanın çok zor olduğunu anladıktan sonra Büyük Frederick, halkı daha fazla muhalif yapmamak için din adamlarına özel kahve kavurma dersi verdirdi. “Kahve nereye girse, devrimi heceledi.” diyor W.H. Ukers.

Kahve tarihi üretiminde ulusal odak haline geldiği yerlerde, devamında çevresel yıkım oluştu

Kahvenin üretildiği yerler, kapitalist modernitenin kolonisi haline gelmeye başladı. Hollandalılar ve Fransızlar sırasıyla Java ve Haiti’ye köleler getirdi ve 18. yüzyılda Haiti dünyanın en büyük kahve ihracatçılarından (dünya kahvesinin yaklaşık yarısını sağlayan) ve köle ithalatçılarından (yılda 30.000 Afrikalı köle) oldu. 1793 Haiti köle isyanından sonra, üretimin merkezi Sri Lanka’ya taşındı. Sri Lanka ise 19. yüzyılın sonlarında kahve bitkileri için öldürücü bir mantar hastalığı olan “kahve pası”na kadar dünyanın en büyük kahve üreticisiydi. Hatta bu bitkisel salgın sadece burada değil, Hindistan, Java, Malezya, Sumatra’daki arazileri de yok etti. Bu ise Doğu Hindistan’daki İngiliz çay tekeli sayesinde çayın İngilizlerin milli içeceği olarak benimsenmesine yol açtı.

Haiti’nin düşüşünün Sri Lanka’nın yükselmesine neden olması gibi, Sri Lanka’nın düşüşü başka bir kahve gücünün doğmasına neden oldu. Brezilya, 1822’de sömürgelikten kurtulduğu için kahve oyununa girmiş ve daha sonra kahve üretimine köle ithalatı ile birlikte başlamıştı. Büyük ölçüde kahve sayesinde kölelik, Brezilya’da batı yarımküredeki diğer ülkelerden daha uzun süre kalacaktı. 1880’de Brezilyalı senatör Silveira Martins, “Brezilya kahve, kahve ise negrodur” dedi.

Köle ithalatı 1888’de yasaklandığında, São Paulo’nun kahve baronları hükümeti tarlalarda çalışmak için yoksul Avrupalıların, çoğunlukla İtalyanların göçünü desteklemeye ikna etti. Bu yeni koloni sistemi emek sistemi altında kahve üretiminin patlamasına neden oldu. Kahve kültürünün sırtında, Brezilya 1901’de dünyaya 16.3 milyon torba elden çıkardı ve diğer temel bitkileri, yağmur ormanlarının ekimini ihmal etti. 1920’lere gelindiğinde, büyük ölçüde kahve için daha fazla alan sağlamak adına yılda 3000 kilometrekarelik orman yok ediliyordu.

Kahve üretimi yoğun bir ulusal odak noktası haline geldiğinde, çevresel yıkım olmuştur. Bu nedenle kahve üretimi, Marx’ın kapitalist üretimin “zenginlik kaynaklarını, toprak ve emekçiyi tüketerek” geliştiği iddiasının açık bir örneğidir.

Daha sonraki dönemde Birleşik Devletler (1923’e kadar dünya kahvesinin yarısını tüketiyordu) ve liberal politikaların katkısıyla, bölgesel kahve üreticileri daha büyük şirketler tarafından satın alındı. General Foods Maxwell House‘u satın aldı, Nestlé Hills Brothers ve Chase & Sanborn‘u satın aldı, P&G Folgers‘ı satın aldı. Daha kaliteli ve düşük verimli arabica çekirdekleri yerine düşük kaliteli fakat daha yüksek verimli robusta çekirdeklerinin tercih edilmesiyle, büyük olan daha da büyüdü ve kahve de kötüleşti. Kahve devleri, ürünlerinin kalitesizliğini telafi etmek için reklama daha fazla yatırım yaptı. Hatta 1952’de Pan American Coffee Bureau şeklinde bir araya gelerek “coffee break” ifadesini icat ettiler ve yılda 2 milyon dolarlık bütçelerini radyo ve televizyona harcadılar.

Yeni kurumsal kahve reklam dünyasının bugünkü bakış açımıza göre en rahatsız edici özelliği, abartılan kadın düşmanlığıydı. Chock full o’ Nuts’s reklamındaki büyük puntolu yazıda “Erkekler! Buna olmasına izin verme!” diyor. Reklam setinde ayrıca, ““Bir erkeğin evi onun kalesidir! Evinizde iyi kahveyi içmeye hakkınız var ve eşinizin hizmet etme vazifesi var. Kadınsı cimriliğin kurbanı olma!” diye belirtiliyor. Chase & Sanborn “Kocanız bulursa” reklamlarıyla daha doğrudan bir tavır sergiledi. Yıllar sonra Alecia Swasy,Kadınlar reklamlarda her türlü kötüye kullanımı makul olarak kabul ederler çünkü birçoğu bunu evde duyar” sonuçlu araştırmasıyla, Proctor & Gamble’ın “reklamlarda ne kadar çirkin ve saldırgan olabileceğinin” sınırlarını çok bilinçli bir şekilde zorladığını keşfetti.

Gregory Dicum and Nina Luttinger, The Coffee Book: Anatomy of an Industry from Crop to the Last Drop

Kahve çekirdeklerinin bu şekilde değersizleştirilmesine karşı Alfred Peet ve Starbucks kurucuları gibi kahve meraklıları, 70’lerde ve 80’lerde ABD’ye yüksek kaliteli kahve ve Avrupa kahve yapma sanatını getirmek için mağazalar açmaya başladı. The Coffee Book’ta Nina Luttinger ve Gregory Dicum, kahvenin kimliğinin değiştiğinin ve “kahve çekirdeği ilgili nitelikleri olarak köken, kalite, işleme ve yetiştirme yöntemleri.” dikkat çekildiğinden bahseder. Bu noktada özel kahve üreticileri, ilk önce zanaatçıların bilgisizliğiyle daha sonra tüm bilgileriyle kahvenin diğer yönlerini metalaştırdılar. Kahve devlerinden tamamen farklı bir ürün satıyorlardı ve normal kahve pazarından özel kahve pazarının göreceli özerkliği bunu ortaya koyuyordu.

Kahve bizi uyanık tutuyor, uyarıyor, işimize makine gibi verimlilik sağlıyor

Oturup düşünürseniz özel kahve pazarında, bugünün meşalesi Starbucks gibi dalga geçilecek çok şey mevcut. 1996’da Orta Amerika kahvelerinin Hawaii’den yönlendirildiği keşfedildi, profesyoneller taklit kahveyi Kona’nın kendisinden daha iyi tanısa da üreticileri Hawai Kona kahvesi olarak markaladı. Bugün en pahalı kahvelerden biri ise Asya Palmiye Misk kedisinin dışkısından elde edilen Kopi Luwak’tır. Ve tabii ki hemen hemen her özel kahveci, çekirdek kahve satın aldığınız takdirde yerli halkları aynı anda yoksulluktan kaldırabilir ve gezegeni kurtarabileceklerini vadetmeleri için diğerleri ile kıyasıya bir rekabet içinde olurlar. Ne var ki, yeşil kapitalizmin iddiaları, eski kahve dünyasında olduğu kadar şişirilmiş ve iğrenç değildir.

Özel kahve sanatçılarının şahin kesildiği en saçma enstrüman de toplumun gerçek bir ihtiyacını karşılamaktadır: Sosyallik. Starbucks‘ın hızla büyümesinden zevk alan CEO Howard Schultz, mağazalarının sosyolog Ray Oldenburg’un ifadesiyle “third space” yani “üçüncü alan” ihtiyacını karşıladığını düşünüyor. “Üçüncü alan” ne iş ne de evdir, hem yabancılaşma hem de yalnızlıktan kaçmak için bir umumi alan. Hani niye kişisel olarak gelişiyoruz diye bir sitem vardı, bu argümana cevap olarak yalnız kalmadan toplumsal yeniden üretim gibi.

Araştırmalarım sırasında farklı bir terime denk geldim: “kafeinizm“. 1980’de kafeinizm terimi Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders‘a eklenmiş, fakat kısa süre sonra kaldırılmış. Gerçek şu ki kahve bağımlılık yapıcı ancak büyük ölçüde zararsız. Fakat kapitalizm tarihi boyunca zararsızlığı pazarlanmıştır. Luttinger ve Dicum, “kahve her zaman sanayileşmenin canavarlaştırılması için mükemmel bir tamamlayıcı olmuştur” diyor.

Kahve bizi uyanık tutuyor, uyarıyor, işinize makine gibi verimlilik sağlıyor. 1942’de To Think of Coffee’nin yazarı olan Margaret Meagher, istenmeyen bir eleştiride kahvenin işlevini uygun bir şekilde tanımladı: “Kahve, insanlığın iş gününü 12’den 24 saate kadar genişletti. Tempo, karmaşıklık, modern yaşamın gerginliği, beyin aktivitesini uyarma mucizesini –kötülük, alışkanlık yaratan son etkiler olmadan– gerçekleştirebilecek bir şey.” Avrupa’ya ilk getirildiğinde ilaç niyetine kullanılan kahvenin üretimi, küresel iklim değişikliği ile tehdide uğruyor. Mevcut gidişatta, kahve yetiştiriciliğine uygun arazi miktarı 30 yıl içinde yarıya inecek. Kahve olmayan bir dünya hayal etmek zor, özellikle de şu anda geçimini kahve yetiştiriciliğinden sağlayan kırsaldaki 20 milyon aileyi düşündüğümüzde. Ama o zaman da, çok daha yıkıcı olacak kapitalizmin kendi erozyonu ve diğer sayısız etkilerini anlamak zor.