Posts by Emin Altun

Serendipity, Zemblanity, Bahramdipity: Above Chance

Reading Time: 2 minutes

In 1754, a letter crossed the desk of Horace Walpole. The English writer, ever fascinated by odd tales, coined the term ‘serendipity’ after reading about the Three Princes of Serendip. It is an ancient Persian tale of travelers who, in pursuit of a missing camel, deduced details about it through sharp observations. Their discoveries were neither blind luck nor innate skill but something related to making observations. The name itself traces back to Serendip, an old Persian name for Sri Lanka, a place that came to symbolize the unexpected encounters and revelations of travel. In Walpole’s account, the tale’s heroes were not merely lucky; they were keen observers who transformed sparse clues into coherent insights which is a form of abductive reasoning rather than passive fortune. In other words, chance might hit anyone, but only people who paying attention to anomalies might learn from unexpected.

But what is serendipity without its shadow? History has a way of balancing its legends. Zemblanity, a term coined by writer William Boyd, is the antithesis of serendipity. It takes its name from the island of Nova Zembla (currently in the territory of Russia), a desolate, frozen place where Dutch explorer Willem Barentsz met despair. In 1596, his attempt to find a northern passage ended in isolation and death, a tale of tragic inevitability where misfortune did not arise from a single failure but emerged through a series of compounding errors.

And then there is Bahramdipity, a term that rarely surfaces, yet it carries a story of ambition and unintended consequences. Named after Bahram Gur, a legendary Persian king celebrated for his triumphs, Bahramdipity captures those moments when forceful actions, intended to secure success, instead lead to ironic failure. One tale recounts his pursuit of a magnificent onager—only to have his relentless chase result in the death of his prized horse.

These three terms are more than just words; they capture the tension between expectation and unexpected, observation and misjudgment. Serendipity is not merely stumbling upon good fortune; it is the act of recognizing value in the unexpected. Zemblanity, conversely, reminds us of how accumulated errors can lead to inevitable failure, while Bahramdipity warns of the cost of forceful ambition, where aggressive pursuit leads to unintentional loss.

What binds these concepts is the role of observation—an act of seeing beyond the obvious. Whether it is the princes deciphering a camel’s traits from subtle clues, Barentsz misjudging his path to survival, or Bahram’s tragic chase, each narrative turns on perception, on how individuals interpret signs. Serendipity rewards the keen observer, Zemblanity punishes those blind to emerging patterns, and Bahramdipity twists ambition into its undoing.

Serendipity, Zemblanity, and Bahramdipity are not mere dictionary entries; they are reflections on human judgment on how we learn, how we misunderstand, and how we sometimes transform even our failures into insights.

Unpacking Overtourism: A Global Phenomenon with Local Consequences

Reading Time: 2 minutes

Tourism, as one of the world’s fastest-growing industries, has propelled economic growth but has also birthed the term “overtourism.” This phenomenon, characterized by an overwhelming influx of tourists, has led to dissatisfaction and adverse impacts on the economic, socio-cultural, and environmental aspects of major tourist destinations.

The rapid surge in visitor numbers has strained public transportation, infrastructure, and facilities originally designed for residents. The rise of online accommodations and tourism services has further disrupted daily life. The economic benefits destinations gain from tourism often come at the cost of residents and their well-being. As Butler aptly describes, these destinations suffer from their own success, becoming victims of their allure.

European tourist destinations, including Amsterdam, Barcelona, Reykjavik, and Venice, have experienced social unrest and protests. The term “tourismphobia” emerged, reflecting locals’ anti-tourist sentiments due to pressures like loss of purchasing power, rent inflation, and a sense of alienation. Overtourism, however, differs from tourismphobia, as it encompasses various factors contributing to the disruptions caused by excessive tourism.

While the term “overtourism” gained popularity recently, the problem itself has roots in literature dating back to the 1960s. Dredge suggests that overtourism is akin to “old wine in new bottles,” drawing parallels with earlier concerns about resource overconsumption and overuse in tourism.

Definitions of overtourism vary among scholars, ranging from exceeding carrying capacity to social and ecological impacts. Overtourism is not synonymous with overcrowding or mass tourism; it requires surpassing a destination’s carrying capacity. Social carrying capacity, a recently emphasized aspect, considers the impact of tourism on residents’ perceptions and is intertwined with the birth of the overtourism phenomenon.

Sustainable tourism is another lens through which overtourism is viewed, emphasizing the importance of responsible tourism development. However, some argue that the concept’s validity is questionable, and it is more of a theoretical marketing ploy.

Overtourism’s global nature is evident, but a local and authentic outlook remains crucial. Seasonality, urbanization, and economic perspectives also contribute to the complexity of overtourism, making it a multifaceted issue that demands attention and sustainable solutions.

In conclusion, overtourism presents a multifaceted challenge requiring careful consideration of economic, social, and environmental factors. Balancing the benefits of tourism with the well-being of residents and the preservation of local culture is essential to creating a sustainable and enjoyable travel experience for all.

For a more in-depth analysis and a comprehensive exploration of overtourism, you can refer to my original thesis where I delve into the subject matter in greater detail.

Grice İşbirliği İlkesi Nedir? Konuşmada Beklentilerimizi Artırır mı?

Reading Time: 3 minutes

Günlük hayatta herkesin karşılıklı dil değişimini engellememesi ve aksine kolaylaştırması beklenir. Konuşma sırasında her katılımcı, konuşma hedeflerine ulaşmak için uygun bir katkı yapmaya çalışır. Karşılığında ise diğer taraftan rasyonel, işbirlikçi ve hedefe yönelik katkı yapmasını bekler. Böylece, işbirliği beklentiyi arttırır. H. Paul Grice, bu genel kuralı İşbirliği İlkesi (Cooperative Principles) olarak adlandırmaktadır.

Bu ilke, ifade edilen şeyin, konuşmanın amacı ve yönü doğrultusunda, gereken zamanda ve gerektiği kadar söylenmesini açıklar ve dört alt kategoriye ayrılır. Bunlar nicelik, nitelik, bağlantı ve tarz ilkeleridir. Nicelik, konuşmaya gerekli katkının yapılması ilkesidir. Bu ilkeye göre bilgi, ne gereğinden az ne de fazla olmalıdır. Evet, fazladan verilen bilgi de bu kuralı ihlal ediyor. Nitelik, yanlış olduğuna inanılan bir bilginin konuşma esnasında aktarılmasını ifade eder. Bağlantı ilkesi, konuşmada konu dışına çıkılmamasına, alakasız sözler söylenmemesine işaret eder. Tarz ilkesi ise, ifadenin açıklığıyla ilgilidir.

Grice‘a göre bu ilkelerden herhangi birini yerine getirmediğimizde işbirliği kuralını ihlal etmiş sayılıyoruz. Konuşmanın amacı, iletişim sürecinde başka bir noktaya evrilebileceği gerçeği var ama bu Grice işbirliği ilkesinden farklı bir şey. İroni yapma, espri yapma, dalga geçme ve istenmeyen durumdan kaçma da Grice’a göre bu ilkeleri ihlal ediyor. Bazı edimbilimcilere göre ise bağlantı ilkesi (maxim of relation) gereklidir.

Günümüzü baz aldığımızda ise Grice’ın işbirliği ilkesi birçok probleme çözüm oluyor gibi. Madalyonun diğer yüzüne bakarsak sadece bağlantı ilkesinin olması veya bazı ilkelerin ihlal edilmesi günü kurtarmamızı sağlıyor. Buna farklı perspektiflerden bakmak için gelecek 3 başlıkta teknoloji, Türk kültürü ve ilişkiler açısından inceleyeceğiz.

“Şimdi, Yapmak İstediğiniz İşlemi Birkaç Kelimeyle Belirtin…”

Bu cümleyi banka veya telefon operatörü çağrı merkezini aradığımızda duyuyoruz genelde. Yapmak istediğimiz şeyi nicel ve bağlantı ilkelerine uygun belirtmezsek amacımıza ulaşamıyoruz. Ya da chatbot iletişim kanallarında yazdığınız anahtar sözcüğe göre sizin beklemediğiniz bir cevap verebiliyorlar. Esasında söylediğiniz şey, Grice işbirliği ilkesi ne uygun olmasına rağmen chatbot anlamıyor ve bu yüzden o kapsam dışına çıkıyor. Teknoloji, kurallara uyan-uymayan ifadeleri anlamakta zorluk çekerken insanoğluna ise bu anahtar kelimeleri kullanmak zor veya sıkıcı geliyor.

via GIPHY

Tam bu noktada iki rolün birbirinden uzaklaşması işi zorlaştırırken yakınlaşması iletişim sürecini etkili kılıyor. Yani teknolojinin daha kapsamsal bir dile sahip olması, retorik dili anlayabilmesi, koşullandırmanın çeşitlenmesi ve insanın ifadesini kısa, açık bir şekilde amacına uygun söyleyebilmesi. Böylece, Grice ilkesi ile konuşmada işbirliği ve akabinde beklenti artar.

“Hayır, istemiyorum.”

Demek yerine “Yemek yer misin?” sorusuna “Ya esasında 2 saat önce başka bir arkadaşımla yemek yemiştim” olarak cevap verebiliyoruz. Ya da “nasılsın?” sorusuna “saol, teşekkür ederim” dediğimizde ne anlama geliyor? Kibar bir millet olabiliriz ama neden başta bir şeyi amacına uygun yapmıyoruz? Teknoloji konusunda olan sıkıcılık bir faktör olabilir. Türkçe ne kadar zengin bir dil ya da ne kadar fakir bir dil olduğu başka bir faktör olabilir. Anlatmak istediğimiz şeyin başkasında ne anlama geldiğini etkileyen kültürel denge de başka bir faktör olabilir. Buraya kadar bahsettiklerim nicel, bağlantı ve tarz ilkeleriyle ilgili.

Bir de iletişim sürecinde kullandığımız üçüncü kişi zamiri ve beden dili var. Türkçede üçüncü kişi zamirlerinin he/she/it diye ayrılmaması gündelik hayatı daha pratik yapması ve bütüncül bakış açısı katarken aynı zaman belirsizliğe neden olurlar. Beden dili açısından, bir şeyi istemediğimi belli etmek için kafamı salladığımda bazı yabancı arkadaşlarımın bunu anlamadıklarını farkettim. Bu Grice işbirliği ilkesine dahil olmasa da iletişim sürecini etkileyen faktör.

H. Spencer’ın rahatlama kuramında gülme, insanın içinde biriken sinirsel enerjinin boşaltılması sonucu oluşur. Bizi güldüren Nasreddin Hoca, 13. yüzyıldan bu yana anlatıla gelen kültürel bir zenginliğimiz. Peki, bu fıkralar Grice’ın işbirliği ilkesine uyuyor mu? Hayır, birçok durumda ihlal ediyor. Hikayelerde, kahramanlar, konuşmalara gerçek ve istenen katkıyı sağlamaz. Beklediği cevaplarla karşılaşamayan dinleyici ise aykırılık karşısında güler. Coşar ve Usta, “Bu gülüş, düşündüren, sorgulayan, yanlışı yıkan, görevci olmasıyla değerli, milli ruh taşıyan evrensel bir gülüştür” diye belirtiyor. Grice’ın ilkelerine uymayan konu ile bağlantısız yeterince bilgi vermeyen bu fıkralar, aksine daha akılda kalıcı mesaj veriyor.

“Artık beni anlamıyorsun!”

Dil faaliyetinin nihai hedefi, iletişim ortamında bir anlam üretmektir. Peki, ilişkilerimiz ne kadar anlamlı ve ne amaçla kuruluyor? Uzun ilişkiler, bazen beklentiyi arttırıp hayal kırıklığı ile sona gelebiliyorken bazen de bu iletişimi daha da sağlamlaştırıyor. Bir eğitim bilimleri dersimde hoca, ilişkilerimizde kriz anını eğlenceye dönüştürerek aşabiliyorsak o ilişki sağlamlaşmıştır demişti. Bu doğrultuda, dilin karşı tarafa yeteri derecede, doğru ve alakalı bilgi vermesi sonucunda verilen anlam yükü veya beklenti, tam tersine saniyeler içinde Grice ilkeleri ihlal edilerek yıkılmaz hale geliyor. Peki, konuşmada işbirliği beklentiyi artırıyor, ya beklentilerimiz?

Dil olmadan ilişki kurmak imkansız. Bir insanla ortak zevklerimizin olup olmadığını konuşarak anlayabiliriz. Bir sorun olduğunda karşı taraf ile iletişim kurup sorunu anlayabiliriz. Buraya kadar hep anlam faktöründen bahsettik, bir de ne hissettiğimiz var. Leibniz’te bulanık, karanlık düşünme, duyma ve istencin yanında olma anlamına gelen duygu ve duygularımız. Charles Dickens’ın Büyük Umutlar‘ında dediği gibi bazen kapıyı kapatıp yalnız kalmak, en güzel şey oluyor. Peki, konuşmuyorsak bu bir çözüm mü? Anlamı nasıl doğru, alakalı ve gerektiği kadar alacağız? Burada aklıma Suskunlar kitabının son cümlesi geliyor: “Belki de susmak, gerçeği anlamanın tek yoluydu“. Ki bu sefer zaman kuralını çiğnedik.

Degrowth (Büyümeme veya Planlı Küçülme) Nedir?

Reading Time: 2 minutes

Degrowth (büyümeme ya da planlı küçülme), her ne pahasına olursa olsun büyümeyi sürdüren, insan sermayesini sömüren ve çevresel yıkıma neden olan küresel kapitalist sistemi eleştiren bir fikirdir. Aktivistlerin ve araştırmacıların planlı büyümeme hareketi, kurumsal karlar, aşırı üretim ve aşırı tüketim yerine sosyal ve ekolojik refahı ön planda tutan toplumları savunuyor. Bu, yeniden bir radikal sermaye dağıtımı, küresel ekonominin maddi boyutunda küçülme ve ortak değerlerde özen, dayanışma ve özerkliğe doğru yönelmeyi de gerektirir. Büyümeme, ekolojik adalet ve herkes için iyi bir yaşam sağlamak için toplumları dönüştürmeyi amaçlar.

Degrowth’un (büyümeme ya da planlı küçülme) olmazsa olmazı:

Herkes için onurlu kendi kaderini tayin eden bir yaşam için çabalamak.
Doğal bir şekilde sürdürebilir ekonomi ve toplum.
Küresel Kuzey’de üretim ve tüketimin azaltılması ve tek taraflı Batılı kalkınma paradigmasından ayrılma. Küresel Güney’de özgür bir sosyal örgütlenme.
Gerçek siyasi katılıma izin veren demokratik karar alınabilen ortam.
Ekolojik sorunları çözmek için tamamen teknolojik değişiklikler ve verimlilikteki iyileştirmeler yerine sosyal değişimler ve yeterliliğe yönelim. Ekonomik büyümeyi kaynak kullanımından ayırmanın mümkün olmadığının tarihsel olarak görmek mümkün.
Açık, bağlantılı ve yerelleştirilmiş ekonomilerin yaratılması.

Bu küçülme tanımı, Leipzig’deki degrowth konferansında organizasyon ekibinin uyarladığı tanıma dayanmaktadır.

Neden “degrowth” kelimesi?

İngilizce konuşanlar bazen ‘degrowth‘ kelimesini sorunlu bulur ve bu yanlış anlamalara yol açabilir. Sadece kelimeyi okumak, olumsuz ve bazıları için ekolojik olmayan bir çağrışım içeriyor. Ancak terimin kökeni başka bir şey değildir. Fransızca’da “la décroissance” veya İtalyanca’da “la decrescita“nın feci bir selden sonra normal akışına geri dönen bir nehri ifade ettiği Latin dillerinde bulunur. İngilizce “degrowth” kelimesi, 2008 yılında Paris’te yapılan ilk uluslararası küçülme konferansından sonra öne çıktı. O zamandan beri akademik yazılarda ve medyada yer aldı ve sosyal hareketler ve paydaşlar tarafından kullanılmaktadır. İngilizce’de kolay kolay ağzımızdan çıkmayan bir terim kullanmanın bir avantajı da aksaklığa yol açmasıdır. Almanca çeviri olarak metinlerde “Postwachstum” kullanılıyor. “Wachstumsrücknahme” ve “Entwachstum” kelimeleri de eş anlamlı olarak kullanılır.

Hangi Şarap Hangi Peynir ile Gider?

Reading Time: 3 minutes

Şarap ve peynir, tek başına mutlaka lezzetlidir fakat ikisini eşleştirdiğinizde ortaya muhteşem şeyler çıkabilir. Bunun sebebi, her ikisinin de fermantasyon sürecinden geçmesiyle ortaya çıkan benzersiz uyumdur. Tabii ki rastgele denemek her zaman mucizevi sonuçlara garanti vermez.

Mesela, kırmızı şaraplar genellikle keskin tadı olan peynirlerle tercih edilirken beyaz şaraplar genelde kremsi peynirlerle tüketilir. Bunun için özellikle İtalya ve Fransa maceralarımdan edindiğim deneyimlerle bir derleme hazırladım. Hangi şarap hangi peynirle gider?

Kırmızı Şaraplar ve İdeal Peynirler

Cabernet Sauvignon ve Eski Yıllanmış Cheddar veya Gouda

Daha güçlü ve tadı daha sert bir peynir onu kaldırabilecek bir şaraba ihtiyaç duyar. Şarap ve peynirin birbirini boğmak yerine, tadları birbiriyle eşleşecektir. Yoksa, eski Gouda’nın içindeki ceviz tanelerine dayanmak biraz zor olabilir.

Merlot ve Monterey Jack

Merlot, Cabernet Sauvignon’a göre daha az tannik içerir ve tadı daha yumuşak meyvemsi bir şaraptır. Bordeaux şarapları arasında bolca görebileceğiniz bu şarabı, kaşara benzeyen Amerikan peyniri Monterey Jack ve yumuşak bir yapıya sahip Fransız Pont-l’Évêque peyniri ile tüketimi önerilir.

Porto Şarabı ve Küflü Peynir

Porto şarabı, güçlü karakteri ve tatlılığı ile bilinir. Böyle bir şarap için daha kokulu bir peynire ihtiyacınız olacaktır. Şarap ne kadar tatlıysa peynir de o kadar kokulu olmalı.

Pinot Noir ve Gravyer Peyniri

Pinot Noir’deki kırmızı dut meyvesi tadı ve orta sertlikteki Gravyer peyniri mükemmel bir eşleşmedir. Her ikisi de, birine baskın olma riski olmadan, doğru miktarda aromaya sahiptir.

Chianti ve Pecorino Toscano

İkisi de aynı bölgede İtalya’nın Toskana bölgesinde yetişir. İtalyan peyniri Pecorino’nun sert, yıllanmış dokusu, bir Chianti’nin olgun üzümüyle harika bir şekilde eşleşir. Chianti’deki dolgun tat Pecorino’nun cesurluğuna karşı mükemmel bir şekilde kendini tutarken, peynirde gizli bir bitkisel lezzet ortaya çıkarır.

Malbec ve Hollanda Peyniri

Buna bir Fransa Hollanda evliliği diyebiliriz. Edam’ın (Hollanda peyniri) ceviz aroması ile Malbec’in kadifemsi tadının birleşimi, hemen hemen herkese hitap eden türden bir eşleşmedir. Hem şarap hem de peynir, aşırı sert değildir ve sonuç karmaşık tatların tamamlayıcı bir kombinasyonudur.

Şiraz ve Gouda

Keçi peyniri genç ve taze olduğunda oldukça keskin ve asidik olabilir, ancak Gouda tarzı bir peynir haline geldiğinde tatlı hale gelir. Gouda peyniri, Şiraz’daki dolgun tatla ideal bir şarap peynir eşlemesi haline gelir.

Beyaz Şaraplar ve İdeal Peynirler

Sauvignon Blanc ve Keçi Peyniri

Gelelim Fransız peynirlerinden favorime. Fransız Sauvignon Blanc’ta bulunan narenciye ve mineral, keçi peynirinde bulunabilecek harika bitkisel tatları ortaya çıkarır. Sauvignon Blanc’taki asitlik, aynı zamanda keçi peynirinin ağırlığını azaltmanın harika bir yoludur. Bulabilirseniz Fransız keçi peyniri Chèvre, bunun için iyi bir yoldaş olabilir.

Chardonnay ve Garrotxa veya Fontina D’Aosta

Yapımı birkaç ay alan bu yarı sert peynir Garrotxa, tereyağlı, topraksı ve cevizlidir. Chardonnay, Garrotxa’daki kremalılığı ortaya çıkarır.

Keçi peyniri sevmiyorsanız Fontina D’Aosta, Chardonnay ile hoş olabilecek bitkisel bir tada sahiptir. İyi bir Chardonnay, bu peynirdeki ceviz ve meyveli notaları da ortaya çıkarabilir, bu yüzden ilginç ve değerli bir eşleşme.

Riesling ve Ricotta

Tatlı, kremamsı ricotta keskin Riesling’i sever. Bu Alman şarabının hem tatlı hem de sek çeşitleriyle ricotta’yı deneyin. İtalyan Ricotta’sını bulamazsanız, tuzlu peynirlerle iyi gitmesinden dolayı beyaz peynir (feta) alternatif olabilir.

Köpüklü Şaraplar ve İdeal Peynirler

Şampanya ve Brie

Otantik bir lezzet almanız için genelde aynı bölgeden şarapları ve peynirleri eşliyorum. Brie gibi Fransız krem peynirinin daha yumuşak dokusu, yağı azaltmak için keskin ve asidik bir şey gerektirir. Fransız şarabı Şampanya’nın yüksek asidi ve köpüğü, Brie’nin yoğun kremsiliği ile çok tatmin edici bir karşıtlıkta birleşir.

Prosecco ve Parmesan

Kuzey İtalya’da üretilen Prosecco‘nın köpüğü bu sert peynirin tuzluluğunu fazlasıyla keser. Ayrıca, ikisi de İtalyan!

Moscato ve Gorgonzola

Gelelim başka bir İtalyan çifte. Ağır kokulu peynirler daha tatlı bir şarap gerektirir. Prosecco’ya göre daha tatlı olan Moscato d’Asti’nin taze, asidik meyvesi ağzınızı Gorgonzola gibi daha ağır peynirlerden temizleyerek sizi ferah bırakır.